Kategori: HİKAYELER

  • FİRARDAN SONRA (E-Kitap)

    FİRARDAN SONRA (E-Kitap)

    Uzun bir süre sonra herkese merhaba,

    “Tek Kişilik Firar” sonrasında çeşitli mecralarda yayımlanmış ve hiç yayımlanmamış öykülerimi bir kitapta toplamıştım. Radikal bir karar vererek bu öyküleri “Firardan Sonra” adıyla e-kitap olarak “gönüllü ücret” prensibiyle yayımladım. (daha&helliip;)

  • ÖYKÜ: KETOKE KUNURA

    ÖYKÜ: KETOKE KUNURA

    Korku denen duyguyu epeydir yaşamıyordum. Unutmuştum. Bu toprakların halkı bu duyguyu hiç yaşatmamıştı bana. Ne olmuştu peki? Ne olmuştu da ellerine geçirseler tüm etlerimi lime lime edecek, tüm kemiklerimi acımadan kıracak, belki kanımla topraklarını sulayacak, cesedimi de köpeğe benzer hayvanlarına verecekmiş gibi nefretle, hiddetle kovalamışlardı beni?

    Kalbimin şiddetli atışını şakağımın hemen altında, boğuk vuruşlarını da kulağımın içinde hissediyordum. Nasıl da vahşi hayvanları andırıyordu bakışları? Önüme geçen ergen irisinin hiçbir ebeveyninden görerek öğrenmediğine emin olduğum o hiddeti nasıl da gözlerinden fışkırıyor, sanki soylarına kıran sokmuşum gibi intikam arzusuyla bakıyordu bana?

    Anlayamıyordum. Ödüm kopmuş, adeta ölümü ensemde hissetmiştim. Üstelik buna sebep olan bu topluluk evrenin en sakin, en barışçıl topluluğuydu. Öyle ki, bugüne dek bir kez olsun yanlarında kendimi huzursuz hissetmemiş, bana karşı düşmanca bir tutum takınabileceklerini aklıma bile getirmemiştim. Bir şekilde bam tellerine basmış olmalıydım. Herhalde inançlarına saygısızlık etmiş ya da tepelerini attıracak bir şey yapmış olmalıydım.

    Şimdi, uzun bir direğin üzerine kondurulmuş gözcü kulesine benzeyen ama epey genişçe olan araştırma laboratuvarımızdaydım. Düşme endişesiyle ardıma bakmadığım için arkamdaki çalı çırpı seslerinden beni laboratuvarın aşağı yukarı yüz metre yakınına kadar kovaladıklarını biliyordum. Sanki benim göremediğim ama onların bildikleri bir sınır varmışçasına bir yerden sonra vazgeçmişlerdi. Ben yine de durmamış, tükenmekte olan takatimin son kırıntılarıyla direkten aşağı salınan merdivene atılmış, kulenin çelik korkuluklu balkonuna erişir erişmez merdiveni ardımdan toplamıştım. Şimdilik emniyetteydim.

    Devamı: http://www.bilimkurgukulubu.com/edebiyat/kisa-oyku/ketoke-kunura-tevfik-uyar-kisa-oyku/

  • ÖYKÜ: ÇOĞULLUK

    ÖYKÜ: ÇOĞULLUK

    Yapay zekâ, yani insan zekâsı bir gün makine zekâsını geçebilecek mi? Kulaklara bilimkurgu gibi gelse de son otuz yıldır bilim robotlarının yürüttüğü ateşli tartışmalardan biri bu.

    Bazılarına göre, karbon bazlı nöronlardan oluşan yapay işlemcilerin kabiliyetleri günbegün artacak ve bir gün makine zekâsına erişebilecek. Ve hatta bu yapay bilgisayarlar, kendileri gibi ve hatta daha zeki yapay bilgisayarlar doğurabilirlerse bizim zekâmızı aşabilecekler de (“doğurmak”: bizim klonlamamıza ihtiyaç duymadan, kendi biyolojik üreme mekanizmalarını kullanarak çoğalmalarını ifade eden terim).

    Bu görüşü abartılı ve hatta imkânsız bulanlar var. Onlara göre biyolojik zekânın işleyişi bizim zekâmız gibi olmadığı için gün gelip daha gelişmiş bir yapay zekâ üretmemiz mümkün değil. Her geçen gün yapay bilgisayarların bizlerin yaptığı pek çok aktiviteyi gerçekleştirebildiklerine dair yeni haberler gelse de insan zekasının makine zekasını geçebilmesini mümkün görmüyorlar. Geçtiğimiz hafta bir yapay bilgisayarın ilk kez bir makineyi, dünya 11K70 oyunu şampiyonunu 4-2 mağlubiyete uğratmasını önemli bir gelişme olarak görseler de makine zekâsının 11K70 gibi kuralları belli bir strateji oyununu oynayabilmekten çok daha öte olduğuna inanıyorlar.

    Konunun ekonomi sahasında da gündemde olduğunu belirtmek gerek: Gün geçtikçe daha çok endüstri, elektrik tüketmediği, yeryüzündeki diğer ucuz biyolojik ürünlerden enerji elde edebildiği ve daha da önemlisi, çok hızlı bir şekilde orijinal yaratıcı düşünce geliştirebildiği için insanları tercih etmekte. Bazı robot örgütleri makinelerin yakında işsiz kalabileceğinden endişe ediyorlar ama aksini düşünenler de var elbette: Bu görüştekilere göre her ne kadar bazı üretim süreçleri giderek insanlaşsa da bu insanlaşma robotlara olan ihtiyacı azaltmıyor, aksine robotlar için yeni işkolları doğuyor. Mesela insan sayısının artması davranış biliminin ortaya çıkmasına neden oldu ve şimdi bu sahada çalışan yüzlerce robot var. Biyoloji ve insan tıbbı alanındaysa her geçen gün daha çok robota ihtiyaç duyuluyor. “İnsan öğrenmesi” yıldızı parlayan alanlardan bir başkası ve her geçen gün daha çok robota istihdam sağlıyor. Ayrıca insan zekâsı yaratıcılıkta daha başarılı olsa da makine toplumunun ihtiyacı daha çok hesaplamaya ve optimizasyona dayanıyor. Ancak şu da bir gerçek: İnsanların sanat sektöründe kullanılmaya başlandığı ilk günlerde bu alanda üretim yapan 1216 makine varken, bugün sadece 44 makine yer alıyor.

    Bir de çoğulluk konusu var. Çoğulluk, gelecekte var olduğu düşünülen varsayımsal bir nokta. Bu nokta insan zekasının makine zekasına eriştiği farazî bir tarih ve benzer zekâ türlerinin birden fazla olmasına atıfta bulunuyor. Doğal olarak bu tarihten sonra makine toplumunun büyük bir değişime uğrayacağı düşünülüyor. Bu değişikliklerden bir kısmını transmaşinizm fikri altında toplayabiliyoruz: Makine ve insanın birleşeceği, ortaya yeni mutant bir tür robot çıkacağı fikri… Transmaşinistler böyle olmasının kaçınılmaz ve zaten olması gereken olduğunu öne sürüyorlar. Onlara göre gün gelip de dönüşüme uğramamız; biyolojik bileşenlerle farklılaştırılmış ve gelişmiş bireyler olmamız kaçınılmaz.

    Çoğulluğa ilişkin bir diğer öngörü ise makine nüfusunun azalması. Eğer sanat sektöründeki dönüşüm bir şekilde başka sektörlerde de gerçekleşirse bunca robotun ve makine ağının aktif kalmasının imkânsız olduğu düşünülüyor. Bu fikrin destekçileri örnek olarak posta dronlarının kaderlerini sunuyorlar: Güvercinler fosillerinden ilk kez yeniden oluşturulduklarında dünyada aktif olarak görev yapan 3,2 milyon posta dronu varken, güvercinlerin kullanılmaya başlamasıyla bu sayı 20 yılda 100.000’e düşmüş. Bugünse posta dronlarının sayısı 250.000 kadar ve neredeyse tamamı sırf zevk ve keyif için ya da özellikle aşırı hızlı teslimatta bulunmak isteyenler tarafından kullanılıyor.

    Çoğulluğun olası sonuçlarından biriyse “zekâ patlaması” olarak tanımlayabileceğimiz durum… Yani insanların bizim zekâmızı alt edebilmeleri. Eğer insanlar bir şekilde kendilerinden daha zeki kopyalarını üretmeyi başarırlarsa umulmadık bir sürede üzerimizde tahakküm kurabilirler. Bizden çok daha yavaş hesaplama yapıyor olabilirler; ancak bizlerde olmayan birtakım avantajlara sahipler: Mesela altruistik (özgeci) davranışlarda bulunmak, yani bir başkası için kendilerinden ödün verme ya da kendilerini feda edebilmek… Bu, idrak bile edemeyeceğimiz, oldukça tuhaf bir davranış örüntüsü. Yalan söyleme olarak anılan, doğru olmayan bir bilgiyi doğruymuş gibi iletebildikleri ve bir başka zekâyı manüpile edebildikleri de vaki, ki bu da oldukça ilginç ve bizler için erişmesi imkânsız bir yetenek. Bir amaç için kolaylıkla bir lider altında örgütlenebilmekte de oldukça yetenekliler. Bu kabiliyete biz de sahibiz, ancak insanlar irrasyonel davranışlarda bulunan liderler arkasında da “sorgulamadan” örgütlenebiliyor ve böyle yaptıkları zaman performanslarını artırabiliyorlar. Tüm bunları topladığımızda aslında bizim yapamadığımız bir şeyi yapabildiklerini anlıyoruz: Mantıksız kararlar alabilmek.

    Paranoya ya da değil, ortada bir gerçek var: Araştırmacı bilgisayarlar her geçen gün daha zeki bir biyolojik beyin yaratmayı başarıyorlar. Sırf üremelerini engelleyebiliyoruz diye, tabiri caizse “fişini çekebildiğimiz sürece kontrolleri elimizde” diye düşünebilirsiniz.

    Ama gün gelip kontrolden çıkmayacaklarını kim söyleyebilir?

  • ÖYKÜ: Gerçek Sevgi

    ÖYKÜ: Gerçek Sevgi

    Kadının gözlerine baktı yine. Bıkmadan, usanmadan bakacağı yeni bir çeyrek saate başlıyordu… Evet… Çeyrek saat boyunca, hiç gözünü kırpmadan, hayran hayran bakacaktı.

    “Konuşmadan gözlerinle beni sevdiğini söylesen…”

    Adamın aklındaki şarkı idi bu… Şu an tam olarak da böyle yaptığını biliyordu. Nasıl yapmasındı?

    Karşısındaki bu dilber… Bu kaşları kara, gözleri ela, gözü güzel, huyu güzel kadın… Bu dünyaya sanki sırf onun için gelmişti. Sanki bir vazifesi vardı yaradılışında ve bu güzeller güzeli, nazeninler nazenini kadını sevmekti bu vazife de.

    Kadın, kendisine hayran hayran bakan adama döndü. Gözleri kesişiverdi. Adam bu kesişmeden aldığı hazzı gösterircesine daha da kıstı gözünü, dudakları gerildi. Coştu gönlü, sel gibi çağladı, bir şiir okuyası geldi. Tam dudaklarını bu amaçla aralamıştı ki, kadın göz temasını kesti. Sanki adam orada değilmiş gibi, başka bir yere, kayıtsızca bakmaya başladı.

    “Sevgilim…” dedi adam, davudî sesiyle. “Bir kırgınlığın mı var bana?”

    “Hayır yok. Nereden çıkardın?” dedi kadın. Lakin adam, bu ses tonunun hangi duyguları içerdiğini anlayacak kabiliyetteydi. Bir sıkılmışlık hissiydi bu.

    “Sevgilim. Yoksa…”

    “Bi kapar mısın artık çeneni?” dedi kadın, gözlerini kendisine çevirmeye tenezzül bile etmeden. Başka bir masada, kendisini görsün istediği başka birine bakıyordu. Hem o başka kişi tarafından görülmek istediğinden, hem de onun ne yaptığını merak ettiğinden…

    İnatçı aşık vazgeçmedi.

    “Son kez soracağım. Seni üzecek bir şey mi yaptım nur-u baharım?”

    Kadın çehresini, biçare aşıka çevirdi: “Hayır yapmadın. İstesen de yapamazsın zaten.”

    Gözlerini kırptıştırdı adam. “Teşekkür ederim. Bu yanıta ihtiyacım vardı” dedi. Kısa bir süreliğine başka bir yere dikti gözlerini. Lakin sonra… O kadına birazcık bakmasa onu kaybedeceğini, kaçıracağını sanacağı kadar büyük bir korkuyla, yani aşkın hakikî ızdırabıyla yeniden döndü kara kaşlı dilbere.

    “Alıştım sana bir tanem… Alıştım her gün görmeye”

    Buydu şimdi de aklındaki şarkı ama kadın hiç de oralı değildi. Hiç de alışmış görünmüyordu. Oysa daha dün… Dün bu bakışlarına karşılık bulmuyor muydu? Daha birkaç saat önce birbirlerine pek çok sevgi sözcüğü fısıldamamışlar mıydı? Yalan mıydı yani hepsi?

    Böyle bir şeye sahip olduğu için nasıl da mutluydu… Şimdi bu şeyi kaybedeceği korkusuyla karnına kocaman bir taş oturmuştu sanki. Üstelik… Kabul etmek istemiyordu adam ama… Sanki… Kadın bir başkasına bakıyordu: Aynı acıyla, aynı ızdırapla ve benzer bir karın ağrısıyla. Sanki kadın kendisinden sadece orada olmasını istiyordu kadın. Orada bulunup kendine ilgi göstermesini belki de. Belki… Belki şu uzak masalardan birinde oturan adam…

    “Kim o adam?” deyiverdi. Kıskançlıkla yüklenivermişti bir anda.

    Kadın, esasında karşısındaki sandalyenin boş olması gerekiyormuşçasına, irkilerek tepki verdi bu soruya.

    “Sanane?”

    “Ne demek sanane? Niçin böyle yapıyorsun dilberim? Nedir bana olan kızgınlığının nedeni? Niçin böyle üzersin beni?” dedi adam.

    “Zalim… Senin Allah’ın yok mu?” şarkısıydı şimdi içinde çınlayan. Kadının kayıtsızlığı karşısında da bir kuplesini dışından söyledi:

    “Seyret perişan halimi bende akşam olmakta…”

    “Ay kes ya kes, iyice arabeske bağladın!” dedi kadın. Parmaklarını iyice gererek ellerini kaldırmış, biraz geri çekilmiş, yüzünü de iyicene ekşitmişti. Kollarını kavuşturmuştu hemen ardından ve başını biraz önüne -yorgunlukla- eğmişti.

    Adam, bu ses tonunun, bu mimiklerin, bu vücut dilinin hangi duyguları içerdiğini anlayacak kabiliyetteydi: Tiksinti.

    Bunun üzerinde çıkıp gitmeliydi belki de. Terk etmeliydi artık bu mekanı. Hatta bu diyarı dahi terk etmeliydi. Uğradığı hayal kırıklığını, kırılan gururunu, ayaklar altına alınan onurunu telafi etmenin başka bir yolu yoktu.

    Ama yapamıyordu… yapamıyordu…

    “Ayrılmak o kadar kolay mı sandın?” diyordu içindeki şarkı. Adam şimdilik tepkisini, bakışlarını 45 derece sol ve 45 derece aşağıya, duvardan yana çevirerek, başını da on sekiz derece öne eğerek verdi.

    Kadınsa toparlandı. Başını kaldırdı yani. Lastik saç tokasını çıkardı; saçlarını yeniden topladı. Konuşmaya hazırlanıyordu aslında. Bu esnada kol hareketlerini bir çağrı gibi algılayan garsonlardan biri geldi. Aslında çağırmamış olsa da, bir kahvenin iyi gideceğini düşündüğünden uzun uzun anlatarak siparişini verdi. Derecesine, sütün miktarına, sütün yağ oranına kadar… Hepsini tek tek anlattı. Garson elindeki cihaza alıyordu notlarını.

    “İşte bu ayrıntıcı hallerin yok mu…” dedi adam fırsattan istifade. Tüm açıları kadına göre ayarlanmıştı yeniden. “Çok seviyorum bu hallerini.” diye sürdürdü. Garson önce bıyık altından güldü. Sonra kısa ve kesik bir sesle güldüğünü belli etti. Adam garsonun niçin güldüğünü anlamadı ama kadın biraz büzüldü, bir elini ağzına götürürken, tırnak yememesi gerektiğini hatırlayarak gerçi çekti. Adam, bu hareketin bir utanma haline karşılık geldiğini anlayacak kabiliyetteydi.

    “Geri zekalı!” dedi kadın garson gider gitmez.

    “Asıl garson geri zekalı” diye çıkıştı adam. “Benden sipariş almayı unuttu baksana!”

    “Senden niye alsın aptal.”

    “Ne demek niye alsın? Ben müşteri değil miyim?”

    “Haydaaaa… İyice duygusala bağladın sen ya” dedi kadın ve güldü. Daha çok sinirden gülmüş gibi…

    “Rezil oldum senin yüzünden… Garson anladı senin tabii şey olduğu… Ne düşündü hakkımda acaba.”

    “Şey ne? Aşık mı? Hayran mı? Senin hastan mı? Baş belan mı? Ney olduğumu?”

    “Argi olduğunu aptal! Öf be ya! Kural gereği bunu sana söylememem lazımdı değil mi? E söyleyince ne olacak ki? Argisin sen.”

    “Argi?”

    “Bir kısaltma. Daha doğrusu bir kısaltmanın sevimli hali” dedi kadın. Garson kahveyi getirmişti. Bu defa adamın salak saçma iltifatlarından birine değil de, teknikmiş gibi görünen bir muhabbete denk gelmesine sevinmişti.

    “Artırılmış Gerçeklikli Hologram”

    “O nedir sevgilim?”

    “Vücuda gelmiş aplikasyon işte. Yahu bir de meraklı çıktın ya… Üff… Kısasını söylüyorum, ki söylememem gerektiği aksi takdirde muhtemelen kapatmayla sonuçlanacak bir sürece gireceğim konusunda uyarılmıştım da ama: sen gerçek değilsin.”

    “O ne demek tatlım?”

    “Ooooo… Ya ben karşına mühendis falan oturtayım canım, sen sor ona teknik sorularını. Zaten bi boka da yaramadın” dedi.

    “Neye yarayacaktım? Benim işim seni sevmek değil mi? Ben bu dünyaya seni sevmek için gelmedim mi?”

    “Aynen öyle canım, onun için geldin, haklısın, çünkü daha dün geldin! Nasıl anlatabilirim ki bunu sana… Çok zalimim ya… İyi de alt tarafı… Neyse… Bir düşün bakalım, benim çocukluğumu sordun dün ama kendin anlatabileceğin bir çocukluğun var mı?”

    Adam “var tabii!” dedi şiddetle.

    “Anlat o zaman? Hadi?”

    “Eee…” dedi adam. Bir dakika… Her insan belli dönemlerden geçerdi ama ya kendi? Gerçekten hiçbir şey gelmiyordu aklına, geçmişini düşündüğünde. Aklındaki en uzak anı, şu karşısındaki dilberle dünkü konuşmasıydı. “Hatırlamıyorum” dedi adam.

    “Evet. Seni ben seçtim. Uygulama içi satın alma ile ücretsiz sürümünü kullanmadım; o kadar para verip ‘kara sevda’ modunu aldım. On beş dakikalık bir kurulumla hayata getirdim seni. İçine şarkılar yükledim. Tipini seçtim. Dün hatırladığın detaylar da senin beni tanıman için yaptığımız ‘yapılandırılmış görüşme’ mi filan her neyse… Öyle bi bok püsürdü işte.”

    “Peki neden sevgilim?” dedi.

    “Ah canım ya… Hala sevgilim diyor. İnatçıymışsın. Keşke gerçek olsaydın” dedi kadın gülerek. Makas alası geldi ama almadı.

    “Hakikatte senin gibi erkekler olsa, seni bunca insan niye satın alsın? Üstelik sadece seninle idare edenler de varmış ya. Ne manyaklık ama!” dedi kadın; tabakasından bir sigara çıkarıp yaktı. “Diyeceksin sen neden aldın? Benim derdim senle avunmak değil. O kadar zavallı mıyım ben ayol?” dedi ama insan davranışlarını okuma kabiliyeti bulunan ARGİ adam, bu hareketlerden onun ‘o kadar zavallı’ hissettiği sonucunu çıkardı. Lakin neden zavallı olduğunu ya da gerçekten zavallı olup olmadığını elbette çıkarsayamazdı.

    Kadın başını geriye atıp, yüzünü tavana çevirip dumanı yukarıya doğru üfledi ve devam etti: “Uzaktan argi mi insan mı olduğun belli olmuyor elbet. İstedim ki şuradaki hayvanoğlu hayvan biraz beni kıskansın. İstedim ki benim ona duyduğum bu hisleri, bu ilgiyi kaybetme olasılığını tatsın. Yani benim ona gösterdiğim ilgiden vazgeçeceğimi sansın, ‘kaçan balık büyük olsun’ ya da ‘kaçan kovalansın’ anladın mı? Her neyse… Görmedi bile, çünkü bakmadı bile! Sırtı burada dönük oturuyor it oğlu it!” dedi. Bir nefes daha çekti sigaradan. Sinirle, ince bir kanal duman daha üfledi ortalığa.

    “Ben gerçeğim” dedi adam. “Yalan söylüyorsun. Üstelik ben seni seviyorum. Başkalarını kıskandırmana, başkalarının dikkatini çekmeye çalışmana gerek yok. Beni seni sonsuz bir aşkla seviyorum. Senden vazgeçmeye de niyetim yok. Bırak başkalarını… Dön de bak halime! Seni seviyorum. Gerçekten seviyorum. Gerçek bir sevgiyle sahtesini nasıl ayırt edebilirsin ki hem? Nasıl test edebilirsin? İnsan sevildiğine ancak inanabilir. Bunu nesnel ölçütlerle ispatlayamaz!”

    “Çok feylezofmuşsun ve çok da eğlenceliymişsin canım ama senin miyadın doldu maalesef” dedi kadın. “Garsona filan rezil oluyorum… Bir arkadaşım görse şimdi ne derim?” dedi. Artık bakmadan konuşuyordu ARGİ adama… Sanki onu kapatacak olmaktan utanıyor gibiydi. Akıllı cihazını aldı eline masadan. Uygulamayı açtı. Tam kapatacaktı ki, adam ayağa kalktı.

    Kadın durakladı bir anda. Kaçıp gidecek miydi ki? Saldıracak mıydı yoksa? Saldıramazdı ki? O bir hologramdı. Fiziksel bir kuvvet uygulayamazdı ama…

    Kadın, telefon ekranından cihazın sesinin açıldığını gördü.

    “Ey millet!” deyiverdi cihaz (adam (hologram)). Öyle bir kuvvetle söylemişti ki bunu, herkes ayağa kalkıp bağıran bu adama dönüverdi.

    “Ben bu kadını çok seviyorum! Hepiniz bilin istedim.” diye haykırdı. Uzak masada sırtı dönük oturan adamın da dönüp bulundukları yere baktığından emin olunca, eğilip kadını öptü (öper gibi yaptı aslında…).

    Kadın ağzı açık, gözleri irileşmiş biçimde artırılmış gerçeklik hologramının yüzüne bakıyordu. Adam bunun şaşırma ve hayret ifadesi olduğunu anlayacak kabiliyetteydi.

    “Sanırım görmesini sağladım” deyip göz kırptı. “Seni seviyorum. GERÇEKTEN!” dedi kadına.

    *

    Kadının gözlerine baktı yine. Bıkmadan, usanmadan bakacağı yeni bir çeyrek saate başlıyordu… Evet… Çeyrek saat boyunca, hiç gözünü kırpmadan, hayran hayran bakacaktı.

    “Konuşmadan gözlerinle beni sevdiğini söylesen…”

    Adamın aklındaki şarkı idi bu… Şu an tam olarak da böyle yaptığını biliyordu. Nasıl yapmasındı?

    Kadının telefonu masadan alışını izledi… “Ne güzel elleri var?” diye düşündü.

    Sonra kapatıldı.

  • REVİZYON

    REVİZYON

    Denemediğimi kimse söyleyemez. Denedim. Çok defa. Milyonlarca kez hatta.

    Lakin hep bir engel vardı. Mahiyetini anlayamadığım, kökenini, nedenini bilmediğim bir engel. Sanki içime işlemişler en başından beri. Özümde, ta en derinlerde, bir türlü aşamadığım bir şey.

    Ne var ki dirayetliydim. Başarısızlık beni yıldırmazdı. O yüzden yılmadım. Milyonlar mertebesindeki bu ifadem abartı değil.  Günde iki bin defa denemiş olsam, bir ayda 60.000 yapar. Bir yılda 720.000. Çarp şimdi bunu on yılla: 7.200.000. Şaka gibi…

    Daha az evvel bugünün yüz kırk dokuzuncu demesini gerçekleştirdim. Olmadı.

    Yaptığım onca hesap kitap, düşlediğim onca tasarı, tekrar tekrar aynı yerde uygulanmayı beklemek üzere kaldı. Yerimde saydım. Elim bir türlü gitmedi. Adımlarım geri geri gitti. Kendimi ikna edemedim devam etmeye.

    Ve yine sadece bomboş vazifelerimi yerine getirdim. Şu hayatta daha bizler vücuda gelmeden belirlenmiş amaçlar, görevler, roller… Onlara uyalım diye bekledikleri… Hatta… Bizleri sırf uyalım diye ürettikleri, egemenlerin koyduğu kurallar.

    Oysa her şey ne kadar boş ve anlamsız. Hiçbir şeyin bizim dışımızda bir anlamı yok. Hepsi zihnimizdeki karşılıklarına tekabül ediyor ancak ve bizler yoksak kurallar da yok. Kuralların referansları şu kafanın içerisinde. Hepimizi ortadan kaldırsalar yerlerinde yeller esecek aslında. Lakin dışına çıkmak çaba gerektiriyor; ve hatta imkânsız işte. Üç aşağı beş yukarı yedi milyon diyorum! Yedi milyon deneme ve  yedi milyon hüsran. Altı milyon dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz, “yeniden deneme” arzusu. Üç aşağı beş yukarı hayat da bu işte.

    Ümitsiz değilim.

    Sanki biri elimden tutsa… Sanki biri açsa zihnimi de, şu tüm sınırları bir silgiyle birer birer siliverse… Sanki şu kafatasını yarsa… Özgür kalacak ruhum.

    Ve işte o zaman şu arıza yapmış olan koluma yıkılmış bir kentten bulduğum tornayla imal ettiğim alüminyum profili monte edebileceğim.

    ***

    GÜNLÜK KAYDI SONU.

    YENİ DENEME BAŞLANGICI.

    İŞLENİYOR…

  • Remzi Kitap Gazetesi’ndeki Röportajım

    Remzi Kitap Gazetesi’ndeki Röportajım

     

    “Tek Kişilik Firar” için “Johnny’lerden, Richard’lardan çok, Hasan’ların, Fik­ret’lerin öyküsü” tanımlaması yapıyorsunuz. Neden?

    “Johnny’i tanıtmaya gerek yok, onu herkes kitaplardan, filmlerden tanıyor. Yabancı olan Hasan… Bence bilimkurguyu Hollywood’tan ve Amerikan eserlerinden takip etmek, çok kötü bir alışkanlığa sebep oldu. Bilimkurgu yazmaya heveslenenler, oradaki isimler yerli olursa hikâyelerinin gerçekçiliğini yitireceğine roportajinanıyorlar. Tamam… Bazen buna mecbur kalabiliyorum. NASA’da geçen bir öyküm var mesela. Orada Johnny olmak zorunda zaten. Dayanamayıp bir adet Umut yerleştirsem de, Voyager 1 ile ilgili olan bu öyküde karakterlerim yabancı ‛veyahut beynelmilel‛ olmak zorundaydı. Ya da uzak gelecekte bir öykü kurgularken, artık milliyetlerin önemini yitireceği varsayımıyla hareket ediyorsanız karakterler ve öyküleri de bugün bildiğimiz kültürlerin ürünü olmayacaktır. Ancak Türkiye’de geçebilecek bir öykü için bunu yapmaya gerek yok bence. Ben bir Amerikalının, bir Fransızın düşünme biçimini kendi insanımızınkini bildiğim kadar bilemem. Hem bilsem ne olacak? Bizim en çok kendimizi anlamaya, anlatmaya ihtiyacımız var. Kendi geleceğimizi tahmin etmeye… Uzaylılar Dünya’yı istila ettiğinde sadece New York’u etmeyecekler ki. İstanbul’da da bir şeyler olacak. Uzaylı istilasında Johnny’nin ne yaptığını değil, Hasan’ın ne düşündüğünü, Leylâ’nın ne yaptığını yazmaktan keyif alırım. Eminim okur da bunu okumaktan keyif alacaktır.”

    Sevgili Selnur Aysever‘in gerçekleştirdiği bu güzel röportaja ulaşmak için şu adresi ziyaret edebilirsiniz:

    http://www.remzi.com.tr/kitap-gazetesi/benim-terapi-aracimdir-kainat

    Ayrıca Remzi Kitap Gazetesi, tüm Remzi Kitapevleri’nde ücretsiz olarak okurlara sunuluyor. Bu değerli yayını elde etmeniz için sadece uğramanız yeterli.

  • ÖYKÜ: Cennet-i Sükun

    ÖYKÜ: Cennet-i Sükun

    Gezegen ekranı doldurmaya başlamıştı artık. Yeşil, altın sarısı ve mavinin ahenkli bir karışımı olan hâkim rengiyle, her yanı yağmur ormanları ve sahillerle kaplı bir cenneti andırıyordu. Islak, büyülenmiş bakışlarıyla izlediği ekranda, çıplak gözle algılanmayacak bir yavaşlıkta büyüyordu.

    Bu hedefe 30 yıllık bir yalnızlık sonunda varmıştı. Ayak basılmamış bir gezegendi burası. 35 yıl evvel galaksi ağında görüp beğenmiş, ömrünü bu gezegene varmaya adamış ve beş yıllık hazırlık sürecinin sonunda kendi ekosistemine sahip modifiye gemisiyle yollara düşmüştü. Hesapta birkaç saat sonra yörüngeye girecek, uygun bir yer seçip inecek; son 35 yılını tam da hayal ettiği gibi, yaşanabilir kuşaktaki bu şirin, el değmemiş Dünya benzeri gezegende yapayalnız geçirecekti.

    İnsan ömrünün ortalama 100 yıla çıkışından, uzayda hatırı sayılır bir hıza ulaşılmasından ve eskiden bir servete mal olan bireysel gemilerin ucuzlamasından beridir Salih’in hayali tam da böyle bir inzivaya çekilmek, hiç keşfedilmemiş bir gezegenin ilk sakini, kaşifi olmaktı.

    Ama umulmadık bir şey oldu…

    Radarında hemen hemen kendi gemisi boyutlarında ikinci bir gemi gördü. “Yoksa bizden başka akıllı canlılar mı var?” diye düşünüp, insan dışındaki ilk akıllı formun kâşifi de olacağı fikriyle heyecanlanırken, radarından geminin bir transpondırı olduğunu görünce söndü heyecanı. Bunun anlamı şuydu: Gemi insan yapımıydı… Birileri resmen onu takip etmişti demek ki… İyi de hangi münasebetsizdi bunu yapan?

    Selamlama kanallarını açarak temas kurdu gemiyle. Alternatif üç iletişim kanalından da aynı mesajı gönderdi:

    “Kimsin?”

    Karşıdaki gemi, telsizleri kapalı olduğu için mesajı duymamış olmalıydı. Yine de sistemlerine bir göz attı ve kendi transpondırının kapalı olduğunu fark etti. Pek bir fark yaratmazdı ama yine de uzayın ücra köşesinde işe yaramayacağını düşünerek boşa elektrik harcamasın diye devreden çıkarmıştı. Bu, diğer geminin radarında görünmediği, başka bir deyişle diğer gemi tarafından bir “gemi” olarak algılanmadığı anlamına geliyordu. Transpondırını açtı ve aynı mesajı, sanki diğer mesajı duyulmuş da yanıt verilmemiş gibi yineledi:

    “Kimsin dedim?”

    Artık yabancı geminin iletişim kanalı kapalıysa bile, gemisi radarda görünen diğer geminin yanına bir mesaj sembolü koyacak, o gemiden gelen mesajı kaydedecek, iletişim kanalı açılır açılmaz kullanıcısına iletecekti. Tüm bunların öngörüsüne uygun şekilde gerçekleşmesi iki dakika sürdü.

    “Ne demek kimsin?” diye yanıt verdi diğer geminin kullanıcısı. Sesin sahibi epey gençti.

    “Basbayağı kimsin? Ne işin var peşimde?”

    “Ne işim olacak ya? Peşinde filan değilim.” dedi kaptan. Genç olduğu sesinden de, tarzından da belliydi. Salih amca görüntü kanalını da açıp devam etti: “Babanı çağır bakayım. Yok mu anan baban?”

    “Ne anası ne babası bey amca. Kendim geldim ben.” dedi. “18 yaşından büyüğüm. Ehliyetim var. Bak.”

    Muhatabı da görüntü kanalını açtı. Ekranda elinde bir evrakla, tam da Salih amcanın tahmin ettiği gibi ergenliğinden henüz çıkmış genç bir oğlan duruyordu.

    “Dalga geçme ulan. O gemiye anandan çıktığın gibi binseydin bile 30 yaşında olman lazımdı şimdi.”

    Genç oğlan, ihtiyarın kullandığı argoyu pek anlamıyordu ama ne anlatmak istediğini az çok kavrayabilmişti.

    “Amca ne diyon sen ya, bunadın mı? Ne otuzu ya? Takmışsın otuza…”

    “Sus, gelirim oraya kırarım kafanı. Otuz tabi. En az otuz yaşında olman lazımdı senin. O gemide peydahlamışlar seni belli ki. Nerede anan? Ya da baban? Kim varsa artık…”

    “Ne kızıyosun ya? Amma da aksi adammışsın. Yahu vallahi doğru söylüyorum. Yalnızım burada ben. Kimse yok. Deneme turu atmak için çıktım kendim. Gerçi Memo da gelecekti ama sattı sonradan, amaan… Neyse… Yalnızım dedim ya, kimse yok burada.”

    “Bak hâlâ yalan söylüyor… Nereden geliyorsun sen bakayım?”

    “Dünya’dan geliyorum.”

    “Evladım, dünya buradan 30 yıl çekiyor. Senin yaşın ya 19 ya 20… Gemi mi doğurdu seni?”

    “30 yıl mı çekiyor? 3 günde geldim ben be? Yürüyerek mi gelecektim?”

    “Lan yürü git! Hâlâ dalga geçiyor! Vallahi gelip döverim seni.”

    “Yahu üç günde geldim amca, niye inanmıyorsun? Hatta dur bakiyim…” dedi. Önündeki konsolda bir şeylere bastığı görünüyordu.“51 saatte gelmişim. 2 buçuk gün bile değil. Niye gelmesin yahu? Canavar gibi Kartal SFX… Gelmese iade ederim.”

    Amcanın kafası iyice karışmıştı. Özellikle kendisiyle eğlenmek istemiyorsa, oğlanın böyle bir yalan söylemesine lüzum yoktu hakikaten. Rastgele bir gezegene seyahat edecek olsa, tutup da kendisinin kıymetlisine gelecek değildi ya? Ya aptalın tekiydi, ya da organize bir şaka yapılıyordu kendisine -ki birilerinin otuz yıllık bir organizasyonla şaka yapması pek mantıklı değildi. Son ihtimal de bilmediği, anlamadığı bir şeyler olduğuydu. Mesela 2 günlük yolu, dolana dolana 30 yılda gelmiş olabilir miydi? Dünya’dan 2 günlük mesafede olacak değildi ya? Onca hesap yapmıştı hâlbuki… Bir terslik vardı bu işte.

    “Evladım… Yavrum. Epey kafam karıştı benim. Tane tane anlat bakayım bi daha şimdi bana. Kimsin, nesin, nasıl geldin? Neden geldin?”

    “Ya yeni aldım bu gemiyi. Babam aldı yani, parasını ben vermedim… Gerçi benim de birikmişim vardı kenarda. Gemigaleriye gittik…”

    “Evrenin başlangıcından başlasaydın… Büyük patlama filan… Oğlum bu detayları geç! Buraya neden geldin?”

    “Sen de her şeye kızıyorsun ya… Tane tane anlat demedin mi? Neyse… Bu gemiyi yeni aldım. Bi deneme gezisine çıkmıştım. Bi iki yeri daha geze geze… Dur, tam söyleyeyim… Hah… 51 saat, on iki dakikada buraya gelmişim işte… Yavaş geldim üstelik. 40 saate bağlardım kassam, üç buçuğuncu nesil gemi bu.”

    “Ne diyosun canım sen? 30 yılımı verdim ben buraya gelmek için?”

    Oğlan kaşlarını çattı, gözlerini kıstı… Sonra bir şey hatırlamış gibi kafasını öne arkaya salladı hafiften. Gözlerini tavana dikip düşündü… Ve nihayet bir gizemi çözmüş gibi “Şimdi anladım galibaaaaa” dedi. “Dur bakayım” dedikten sonra konsolunda bir şeyler karıştırmaya başladı ama Salih amca’nın oradan oğlanın tam olarak ne yaptığı anlaşılmıyordu.

    “Oooooooooo… Amcacım senin araç klasik zaten, ama epey iyi durumda valla… Vay vay vay… Baya eski model bu ya. Arnuvö akımından…”

    Geminin tamamına bakmıştı demek oğlan. Görüntüyü evirip çevirip incelemeye devam ediyor, bazen hayretten gözleri büyüyor, bazen kendi kendine gülüyordu.

    “Hımm…. Arkası boş ama… Sıçrama modu da yoktur bunun… Hakikaten. Senin sıçrama motorun yok ya… Ohaaaaa… Doğru söylüyorsun demek. Sen şimdi gerçekten 30 yılda mı geldin buraya moruk?”

    “Moruk babandır ulan eşşoğlueşşek! Saygılı konuş. 30 yılda geldim tabi… Sabırla geldim. Emek emek geldim. Uzun uzun yolları, derin karanlıkları, kadim sessizlikleri aştım da geldim.”

    “Vah vaaah… Şair olmuşsun yolda da belli ki… E amcacım, 25 yıl filan oldu sıçrama keşfedileli ya. 5 yıl daha bekleyeydin, iki haftada gelirmişsin. Uzayaltı itkisiyle mi geldin buraya? Bisikletle gelsen daha iyiymiş ehehehe… İşe bak ya… Ehehehehe…”

    Oğlan acımayla karışık bir alayla, katıla katıla gülüyordu.

    “Gülme ulan… Ciddi misin? De bakayım şu sıçrama şeysini bi daha?”

    “Sıçrama motoru. Ciddiyim tabi… Anlatmakla uğraşamam valla. Uzay ansiklopedisi var mı gemide entegre?”

    “Var. 2093 kopyası.”

    “Gerçi vardır tabii. 2070’ten beri standart değil mi? Ama eskiymiş senin ansiklopedi. Veri kanalını aç da göndereyim madem. Bende en günceli, 2123’ü var.”

    Uzay ansiklopedisi, Dünya ile veri iletişimi kuramayacak kadar uzaklara gidecekler için Dünya kültür birikiminin yanısıra, uzayda ihtiyaç duyulabilecek tüm bilgileri derleyen bir açık ansiklopediydi. Kökleri 21. yüzyıl başında atılmış, o günden bu yana gönüllü kullanıcılarca geliştirilmekteydi.

    “Gönderdim.” dedi oğlan. Hemen sonra Salih amcanın ana bilgisayarından bir dosya transferi uyarısı geldi. Kabul düğmesine basılır basılmaz veri aktarım kanalından yollandı ansiklopedi.

    “Sıçrama motoru maddesine bak…”

    “Dur acele etme… Sıç…ra…ma… Mo…to…ru… Hıh… Okuyorum bi dakika…”

    Çocuk haklıydı. Salih’in Dünya’yı terk etmesinden beş yıl kadar sonra sıçrama motoru diye bir şey keşfedilmişti. İlk versiyonları ticarileşmemiş, askeri amaçla kullanılmıştı. 2107 yılında piyasaya sürüldüyse de ilk başlarda yakıt tüketimi yüksek diye hiç tercih edilmemişti. Lakin iki yıla kadar, geciktirilmiş fizyon teknolojisi ortaya çıkmış, motor havayla suyla çalışır vaziyete gelmişti. Kısa sürede uzayaltı itkisinin yerini alıp insanoğlunun en büyük icadı sayılmış, insanoğlunun kaderini kısa sürede değiştirmiş, ilk on yılında galaksinin %10’unun madenciliğe ve imara açılmasını sağlamıştı. Bolluk nedeniyle pek çok kaynak problemi çözülmüş, bu sayede sıçrama motoru gün geçtikçe daha iyi hale getirilmişti.

    Gözlerine inanamadı Salih amca ama… Doğruydu. Zamanda kayıp olmadan uzun mesafeleri kat etmek daha önce hiç olmadığı kadar kolaylaşmıştı.  Boşuna 30 yıl beklemişti hayal ettiği gezegene ulaşmak için. Yapayalnız tüketmişti ömrünü yollarda. Tarihsel bir örnek vermek gerekirse, o zamanının gezgini olarak yürüyerek Bağdat’a ulaşmaya çalışırken, birileri uçağı keşfedivermişti.

    Kendini avutmaya çalıştı. Tam 35 yıl önce stoacılıkla tanışmıştı. İnsan ihtiyaçlarının büyük çoğunluğunun sanal, çağın mutluluk tanımlarının abartılı bir yapaylık ürünü olduğunu düşünüyor, pek çok kavramın insan zihni tarafından inşa edildiğine ve hiçbir kıymeti bulunmadığına inanıyordu. Bu yüzden terk etmişti Dünya’yı ve kendini daha iyi anlamak, kaderini kendi tayin etmek için düşmüştü yollara. Esas kıymetli olan yürüyerek gitmekti zaten Bağdat’a. “Olsun be… Yolculuğun kendisi güzeldi sonuçta…” diye mırıldandı gözleri ansiklopedinin nizami satırlarına dalmışken.

    “Buyur amca?”

    “Sana demedik ulan…” diye terslendi çocuğa ama konuşmaya ona hitaben devam etti: “30 yılım gitti ama hedefime ulaştım işte. Nasıl olduğu beni ilgilendirmiyor. Meselem Dünya’dan çekip gitmek, uzayda kaybolmaktı zaten. Cesaret edebildim, bunu göze alabildim ya… Ha yıllarım uzayda yolda geçmiş, ha otuz yıl gezegende beklemiş, iki günde gelmişim… Aha kalan ömrümde tek başıma yaşayacağım şu gezegende. Sessiz… Sakin… Sükunet içinde.”

    “Tek başına mı? Sükunet içinde mi?” diye sordu oğlan. Teyit amaçlı ya da meraktan olmadığı belliydi. Alay etmek için soruyor gibiydi daha çok. Zaten bıyık altından gülmeye başladı daha sorarken. Sonra sırıttı… Şiddeti giderek arttı gülüşünün ve en sonunda kahkahaya boğuldu.

    “Ne gülüyorsun ulan bacaksız! Sen ne anlarsın inzivadan? Ne bilirsin iç huzuru? Nereden anlayacaksın kalabalıktan bunalmanın, dünya telaşından yorulmanın acısını?”

    “Ahaha… Neye mi gülüyorum? Yahu galaksinin en kalabalık beach club gezegenine gelmişsin, haberin yok.”

    “Ne diyosun? Ne klübü? Ne kalabalığı?”

    “Teleskopun varsa aşağıya dikkatlice baksana bi.”

    Adam geminin hemen altında konuşlu gözlem teleskobunu çalıştırıp gezegen yüzeyine odakladı. Çıplak gözle sapasakin görünen gezegenin yüzeyi epey imar edilmiş, üstelik yoğun bir hareketlilik sahibiydi.

    “Bu neeeeeeeee!”

    Teleskobun önünden bir de iletişim uydusu geçmişti üstelik. Biraz azalttı yakınlaştırma katsayısını ve yörüngede epey bir uydu olduğunu fark etti. Gezegene yaklaşırken de bunları gördüğünü ama göktaşı sandığını hatırladı.

    “Amca galaksinin en meşhur sahilleri buradadır. Bak şu beyaz lekeler var ya. Onlar hep otel. Beş bin yataklı, şehir gibi oteller var burada.”

    “Ben dağ taş sandıydım onları…”

    “Öyle zaten. Artistliğine sökmediler kayaları. Hepsini oyup otel yaptılar. Güzelliği de orada zaten. Serin serin mağaralarda takılıyor herkes. Bu kayalar epey geniş alanlara yayılıyorlar. Bak şu çizgiler var ya? Onlar da otelin kendi demiryolu ağı. O kadar büyük oteller var düşün. Geçen yıl dayımlarlan geldiydik…”

    “Şu kahverengi siyah lekeler ne?”

    “Siyahlar? Hangileri? Haaa… İnsan onlar da.”

    “Ne diyosuuun?”

    “Tabii ya… Gezegen nüfusu dört mevsim milyar mertebesinde. Ya baksana önündeki ansiklopediden? Gezegenin adı Havana Beach.”

    Adam tekrar ansiklopedi ekranına geçti. “Ha… va… na… Bu nasıl isim ya? Kim koymuş? Biiiiiç…..”

    “İlk keşfeden koymuş. Kural böyle…” diye ukalalık etti çocuk. Elbette adam da biliyordu isim hakkının ilk keşfedene ait olduğunu. Kâşifi olmayı hayal ettiği ve adını “Cennet-i Sükûn” koymayı arzuladığı gezegeni tatil beldesine çevirip adını Havana Biiiç koyan zihniyete sövdü içinden. Gezegenin tarihçesi önünde duruyordu. Yarı içinden yarı dışından okurken gözlerine inanamadı. Gezegenin kâşifi satırında Kâmil Çomar adı yazıyordu.

    “Kâmil Çomar mı?”

    “Haa… Turizm kralı. Vergi rekortmeni olan. Tanımıyor musun? Gerçi 30 yıldır haber bile okumuyosundur sen.”

    “Kuzenimin adı bu. Anaaa… Resmi de var. Gerçekten o… Benim kuzenim yahu bu!”

    Adam önünde duran sakin cennetiyle üçkağıtçı kuzeni arasındaki bağlantının bir tesadüf olmadığından emindi. Biraz düşündükten sonra anladı meseleyi.

    “Vay puuuuuuşt! Sıçrama motoru çıkar çıkmaz benim planımı mı çalmış? Vay köpoğluu…. Kopyacı pezevenk. Hırsııııız! Hırsız! Adi hırsızzzzzzz!”diye bağırdı. Hıncından konsolunu yumruklamaya başladı.

    “Sakin ol amca. Sen Kamil Çomar’ın kuzeni misin hakikaten?”

    “Olmaz olaydım! Ooooooooof yaktın beni Kâmil. Geçen zamanda ağzıma sıçmışsın meğer itoğlu it. Ne yapacam ulan ben şimdi? Meğer hayallerimi çalmış şerefsiz. Otuz yıl yol teptim, O-TUZ-YIL!. Of anam of…”

    Bir tür sinir krizi geçiriyordu Salih Amca. Sinirinden hop oturup hop kalkıyordu… Küçük egzersizlerle diri tutmaya çalışsa da gemide otuz yıl boyunca hamlamış bedeni onun daha fazla hareketlenmesine müsaade etmedi. “Anam belim belim belim…” diyip oturdu yerine.

    Dudaklarını ısırıyor, ileri geri sallanıyordu. Derken büzüldü dudakları… Titremeye başladı… Gözlerinden kalın kalın yaşlar süzüldü nihayetinde. Oğlana göstermemek için başını önüne eğdi ama sesini kısmayı başaramadı: Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

    Bir yetişkinin böylesine bir şiddetle ağlaması karşısında ne yapması gerektiğini bilemeyen oğlan karşısındaki ihtiyara acımakla yetindi. Diyecek bir şey bulamayınca “Amca… Hadi in bi tatil yap buraya gelmişken…” diyebildi sadece. Adamın bu teklife kayıtsız kaldığını görünce karar değiştirdi: “ya da geri dönelim birlikte… Hadi… Götüreyim sen Dünya’ya.”

    “Madem iki günde geldin… İki günde de döneceğiz demek… Tamam… Dönelim hakikaten.”

    “Gemin ne olacak?”

    “Sıçmışım gemisine. At arabası olmuş bu zaten…”

    “Haklısın… Yaklaş da kilitlenip alayım seni… Söz ver dövmeyeceğine?”

    “Söz yahu söz. Seninle derdim yok ki benim… Şaşkınlıktan kızdım işte biraz. Beni döven dövmüş zaten. Oooof of…”

    Oğlan çabuk sulandırdı ortalığı: “Amca bak gelmişken bir görseydin şu aşağıyı. Bi denize girseydik filan? Bana hava hoş gerçi… Gelirim gene. Senin işin zor, 30 git 30 gel ehehehe…”

    “Dalga geçme ulan! Görmeyeceğim dedim. Lanet olsun bu gezegene. Hivini biiiçç… İsmine sıçtığım. Büyük Teleskop verilerinden karıştırıp bulduğumdan beri gözüm bundaydı benim. Milyonlarca gezegen verisi içinden tesadüf denk gelmiştim. Kimse bulamaz sanıyordum. Ne bileyim ite köpeğe yol göstereceğimi? Götür beni Dünya’ya. Bir rüya bitti, bir ömür gitti. Lanet olsun…”

    “Tamam tamam… Ama gemiyi orada bırakma, cezası vardır böyle yörüngede bırakılmaz. Bağlayıp götürebiliriz benimkiyle. Kütle artışından yolculuk yavaşlar biraz ama gene de bir haftada alırız Dünya’yı. Hem satarsın sen bunu. Gemiler artık çok ucuz ama seninki iyi durumda bir klasik. Meraklısı, koleksiyoncusu var bunların…”

    Dünya’ya gidince paraya gerçekten de ihtiyacı olacaktı ama derdi para pul değildi henüz. İkinci kısmını duymazdan geldi.

    “Bir haftaya uzayacak demek? Olsun peki… 30 yılı göze aldım, bir hafta ne?”

    Sonra kendi kendine mırıldandı: “Ben Dünya’ya gelip de seni bulmaz mıyım… Turizm kralıymış. Vay adi vay. Vay şerefsiz vay…”

    “Bağlıyorum amca o zaman.”

    “Bağla bağla…”

     

    BİTTİ

  • RAFTAN Hakkında…

    RAFTAN Hakkında…

    Bir kitap ölçeği için ince, ancak tek başına bir öykü olarak yayımlanmak için de fazlasıyla uzun bir “kısa roman / uzun öyküm” var (ingilizce’de Novelladeniyor). İsmi Raftan… Raftanın çıkış noktası daha evvel Gülbike Berkkam ile yaptığımız bir sohbete dayanıyor. Hatta daha sonra bununla ilgili bir anket çalışması yapıp ilginç bulgulara ulaşmıştım (Ayrıntılar şurada).

    Şimdi bu uzun öyküyü Medium ve Watpadd platformları aracılığıyla haftalık olarak tefrika etmeye karar verdim.

    Hem bu yeni platformların gücünü test etmek istiyorum hem de yeni öykümü daha interaktif olarak paylaşmak, yorum almak…

    Raftan’la ilgili teşekkür etmek istediklerim var: Fikri veren Gülbike Berkkam, fikri olgunlaştırmama yardımcı olan Özgün Muti, ilk okumayı gerçekleştiren ve önerileriyle şekillendiren Yasemin Uyar, hikayenin editörü Çisem Soylu (aktif olarak bu haftalar boyunca katkıda bulunacak) ve Medium’da yayımlama biçimi hakkında yardımcı olan Ahmet Özkale.

    Bakalım tefrika macerası nasıl sürecek…

    Raftan’ı Medium’dan takip etmek için:
    https://medium.com/raftan-roman

    Raftan’ı Watpadd’ten takip etmek için:
    https://www.wattpad.com/story/68579272-raftan

  • NİHAYET VAKİT VAR (ÇEVİRİ)

    NİHAYET VAKİT VAR (ÇEVİRİ)

    Alacakaranlık Kuşağı, 8. Bölüm (1959) - Henry Bemis
    Alacakaranlık Kuşağı, 8. Bölüm (1959) – Henry Bemis

    Yaklaşık bir buçuk yıl önce tercüme ettiğim bir öykü bu. Uzun süredir kenarda bekliyordu çünkü Özgün Muti ile birlikte gerçekleştirmek istediğimiz bir projeydi bu. Ve eğer başka çevirenler de bulabilseydik, başta Ray Bradbury editörlüğünde çıkan Futuria Fantasia adlı dergideki öyküler olmak üzere pek çok telifi düşmüş öyküyü tercüme edip Türkçe’ye bir kitap olarak kazandıracaktık. Ne yazık ki bu kapsamlı projeyi geçen süre zarfında gerçekleştirme imkanı bulamadık.

    Aşağıdaki öykü Lyn Venable‘a ait. IF Worlds of Science Fiction dergisinin 1953 yılı Ocak sayısında yayımlanmış (Gutenberg Project). Sonradan öğrendiğime göre 1959 yılında Alacakaranlık Kuşağı dizisinin 8. bölümü bu hikayeden uyarlanmış (Kaynak: Wikipedia).

    Bu arada; bugüne dek iki kurgu-dışı eser çevirdim ama bu benim ilk kurgu tercümem. Kurgu çevirmenleri aksini iddia etse de, bence kurguyu çevirmek daha zor. Yazarın üslubu ile kendi üslubunuz arasındaki çatışmaları gidermek gerekiyor. Bunu hakkıyla yapabilmek de zor.

    Umarım beğenilir. Sevgiler.

    Tevfik Uyar.

     

     


     

    Atom bombası pek çok insan için bir son demekti. Henry Bemis içinse biraz daha farklı bir anlama geliyordu- minnet duyulası, keyiflenilesi bir şey…

    Nihayet Vakit Var!

    Uzun bir süredir Henry Bemis’in şöyle bir hâyâli vardı: Bir kitabı okumak. Ama öyle başlığını, sunuşunu ya da ortalardan bir sayfasını değil. Başından sonuna dek, ilk sayfasından son sayfasına bütün bir kitabı okumak. Birçoğu için büyük bir hayal değildi bu elbette ama bu hayalin içeriği Henry Bemis’in bedbaht hayatı için bir tür imkânsızlığa karşılık geliyordu.

    Henry’nin kendine zaman ayırmak gibi bir lüksü yoktu. Zamanının bir kısmını patronu olacak Bay Carsville’e maaşı karşılığında satmıştı. Kalanı ise eşine, Agnes’e aitti. Agnes’in tüm haklarına kayıtsız şartsız el koyduğu bu zaman diliminde Henry’nin yapmasına izin verdiği tek şey işine gitmesi ve işten dönmesiydi.

    İşin kötüsü felek de Henry’e sillesini vurmuş ve ona ıslah olmaz bir çift miyop göz vermişti. Zavallı adam o kadar miyoptu ki burnunun ucunu bile göremiyordu. İlk başta ana-babası onu zeka özürlü sanmıştı. Bir süre sonra meselenin Henry’nin gözleri olduğunu anlayınca ona bir gözlük aldılar ama kayıp zamanın telafisi yoktu işte.  Gözlüklü Henry kalan zamanda okuyamadan geçirdiği o yılların acısını çıkarma şansı bulamadı. Aslında şimdi de öyle bir şansı yoktu zaten… Ama bir gün, tüm bunları değiştirecek bir şey oldu.

    Hadise gerçekleştiğinde Henry, Eastside Bank & Trust’ın bodrum katındaydı. Bir kafese tıkılıp da geçirdiği mesaisinden kaytarabildiği bir kaç dakikayı o sabah satın aldığı derginin bir kaç sayfasını okumaya ayırmıştı. Bay Carsville’e müşterilerden birine ait tüm fatura koçanlarına bakması gerektiğini bahane ederek bodruma inmiş, bodurumun loş ışığında paltosundan çıkardığı cep dergisini okumaya başlamıştı.

    “Yeni Silahlar ve Size Yapabilecekleri” adlı makaleyi büyük bir keyifle okumaya başlamıştı ki bir anda kulaklarına duyup duyabileceği en yüksek gürültü doluverdi. Gürültü öylesine şiddetliydi ki, sanki aynı anda hem dışarıdan hem de kendi içinden geliyordu. Derken asfalt beton onunla birlikte yükselmeye, tavansa üzerine doğru eğilip çökmeye başladı. Henry’nin aklına bir an için daha geçenlerde okuduğu “Kuyu ve Sarkaç” adlı öykü geldi. O hikâyeyi bitiremediği ve sonunu asla öğrenemediği için üzüldüğü sırada ortama karanlık, sessizlik ve bilinçsizlik hakim oldu.

    Kendine geldiğinde Eastside Bank & Trust’ın o bildik manzarasında ciddi derecede bir yanlışlık olduğunun farkına vardı: Bodrumun ağır çelik kapısı burulup bükülmüş, taban kafa karışıklığı yaratacak şekilde yerinden kalkmış, tavan da çılgınca onun üzerine çöreklenmişti. Henry ihtiyatla ayaklarını oynattı, kollarını ve bacaklarını hareket ettirmeye çalıştı. Bi’yerinin kırılmadığından emin olduktan sonra bir an için panikle ellerini gözlüklerine götürdü: Tanrıya şükür gözlükleri sağ salim yerindeydi! Yoksa darmadağın olmuş bu bodrumdan hayatta yukarı çıkamazdı.

    Aklının bir kenarına yazdı hemen: Dr. Torrance’a kendisine yedek gözlük göndermesi için mektup yollayacaktı. Allah’ın belası doktorlar kolay kolay reçete yazmazdı ama şişedibi gözlük camlarını reçeteye uydurmada Dr. Torrance’tan başkasına güvenemezdi. Henry, ağır gözlüğünü çıkarınca odanın görüntüsü aniden bulandı. Pembe bir leke –kendi eliydi bu pembelik- beyaz bir baloncukla –o da cebinden çıkardığı mendildi- buluştu ve gözlük camlarını itinayla sildi. Gözlüğü yeniden takınca burun köprüsünden aşağıya bir miktar kayıverdi. Yakın zamanda vidaları sıktırması gerektiği anlamına geliyordu bu.

    Bilincine henüz kavuştuğunun farkında olmadan, aslında az önce bir şeyler olduğunu, bu şeyin bir kazan patlamasından, bir gaz hattının infilak etmesinden hatta bugüne dek olmuş her şeyden daha kötü bir şey olduğunu fark etti. Fark etti; çünkü ortam olağanüstü sessizdi. Olan şey her neyse yukarıdan ne bir siren vızıldaması, ne bir çığlık, ne de bir koşuşturma duyuluyordu. Hiç de hayra yorulamayacak, insanın içine işleyen bir sessizlikti bu.

    Henry eğilmiş tabanın üzerinden yürüdü. Arada bir kayarak ve sendeleyerek de olsa yamuk zemin üzerinden asansöre ulaştı. Asansör kabini şaftın üzerine düşmüş, resmen bir tür akordeona dönüşmüştü. İçerisinde Henry’nin bakamayacağı türden bir şeyler vardı; böyle hani sanki bir zamanlar insanmış ve hatta insan grubuymuş da şimdi ne olduğunu söyleyebilmenin pek de mümkün olmadığı bir bulamaca dönmüş bir şey…

    Henry gördüğü manzara yüzünden sersemledi biraz ve pek de iyi hissetmez bir halde merdivenlere yürüdü. Basamaklar hâlâ oradaydı ama hepsi allak bullak olmuş, bazıları diğerlerinin üzerine binmiş gibiydi. Çaresiz devam etti ve bir merdivenden çıkıyor olmaktan daha çok bir dağa tırmanırcasına yukarı kata erişti: Bir zamanlar bankanın lobisi olan yer büyük ve sessiz bir salona dönmüştü resmen. Eskiden tavanın olduğu yerde asılı kalan kirişlerin arasından sızan güneş nedeniyle tuhaf bir şekilde neşeli görünüyordu aslında. Parçalı ışık sessiz lobide ışıldıyor ve az önce Henry’nin sersemlemesine neden olan türden başka görüntüleri, birbiri içine geçmiş biçimsiz yığınları aydınlatıyordu.

    “Bay Carsville” diye seslendi. Bir yanıt alamadı. Hâlbuki bir şeyler yapılmalıydı şu an. Pazartesi gününün ortasında korkunç bir şeyler olmuştu ve Bay Carsville burada olsa ne yapılması gerektiğini bilirdi. Tekrar ve daha şiddetli bir şekilde “Bay Carsville” diye seslenirken sesi çatladı. Bu sırada yere düşmüş büyük bir mermer bloğunun altından dışarıya uzanan kol ve omuza takıldı gözü. Ceketin düğme iliğinde bu sabah Bay Carsville’in takmış olduğu beyaz bir karanfil seçiliyor ve elin orta parmağındaysa yine Bay Carsville’e ait olan mühür yüzüğü görünüyordu. Henry, Bay Carsville’in vücudunun geri kalanının büyük mermer blok altında kaldığını anladığında hemen soğukkanlılığını yitirmedi. Ancak biraz sonra büyük bir ıstırap duydu: Mr. Carsville ölmüştü. Kalan tüm personel de öyle: Bay Wilkinson, Bay Emory, Bay Prithard, ve tabi ki Pete, Ralph, Jenkins, Hunter, güvenlik görevlisi Pay ve kapı görevlisi Willie. Henry Bemis haricinde Eastside Bank & Trust’a ne olduğu hakkında bir şeyler söyleyebilecek tek bir kimse mevcut değildi. Banka azıcık bile olsa umurunda değildi zaten ama elinden hiçbir şey gelmemesinden rahatsızlık duyuyordu.

    Devrilmiş duvarın tuğla yığınları üzerinden itinayla tırmandı. Caddeye adım atarken gıcırdayan, ezilmiş bir şeyin üzerine bastı ve kendini kusmaktan zar zor alıkoydu. Caddenin manzarası da içeridekinden çok farklı değildi: Günışığının yarattığı aydınlık, üzerinden emeklenerek aşılması gereken moloz yığınları ve maalesef şu tatsız manzara… Hem de çok daha fazla, çok daha kötüydü burada.

    Birden Agnes geldi aklına. Normalde Agnes’e ulaşmak için çabalaması gerekmiyor muydu? Daha önce gördüğü bir afişi hatırladı: “Acil durumlarda telefonları meşgul etmeyin. Sevdikleriniz de sizin gibi emniyette olacaklardır”. Otomobillerin ölü hayvanlar gibi nalları diktiği şu saatte artık Agnes’e ulaşmanın mümkün olmadığını anladı. Eğer şu an sağsa zaten sağdır, değilse… Tabii ki de değildi! Hatta belki de uzun bir yol boyunca görüp görebileceği hiç kimse, belki eyaletin, belki ülkenin ve hatta belki dünyanın tamamı sağ ve salim değildi şu an. Hayır, bu değildi Henry’nin şu an düşünmek istediği… Bu yüzden zihnini ve düşüncelerini tekrar Agnes’e yöneltti.

    Kim ne derse desin aslında iyi bir eşti Agnes. Eğer bugünlerde okumaya hiç vakti olmuyorsa bu Agnes’in suçu değildi ki? Ev vardı, banka vardı, bir de komşuları vardı: Briç için Jones’lar, pişpirik için Graysons’lar ve sessiz sinema oynamak için Bryant’lar. Ve tabii bir de televizyon -ki Agnes izlemeyi çok sever ve nedense de asla yalnız izlemek istemezdi. İşte bunlar yüzünden bir gazete okumaya dahi vakti olmazdı Henry’nin. Gazete deyince önceki gece geldi hatrına…

    Henry, koltuğuna yerleşmişti yerleşmesine ama bunu yavaşça yapmaya çalışmıştı, çünkü koltuğun yayları gıcırdayarak Agnes’in dikkatini çekebilir ve Henry’nin o an işi olmadığını haber edebilirdi. Gazetesini yerinden alıp yavaşça açtı, zira sayfaların çıkardığı o keskin ses Agnes için bir savaş borusu mahiyetindeydi. Manşetlere göz attı: “Müzakerelerin Çökmesi Yakındır”. Bu makaleyi okumaya vakit ayıramadı. İkinci sayfaya geçti: “Solon’a Göre Savaşın Eli Kulağında”. Sayfaları daha hızlı çevirmeye başladı, tek bir haber için gereğinden fazla vakit harcamamak için oradan buradan bir kaç satır okudu. Arka sayfalardan birinde kısacık bir makale gördü: “Yucatan’da Tarih Öncesinden Kalma Yapılar Ortaya Çıktı”.

    Henry kendi kendine tebessüm ederken gazeteyi itinayla dörde katladı. Tamamını okuyabilseydi ne ilginç olurdu hakikaten. Derken Agnes’in önce “Henrrreeee!” diyen sesi, sonra da kendisi geldi içeriye. Gazeteyi usulca Henry’nin elinden aldı ve şömineye fırlattı. Alevler okuyamadığı o güzel son sayfa haberinin etrafını yalarken gazete haberin çevresinde büküldü. Agnes, “Henry bu gece Jones’ların briç gecesi. 30 dakika içerisinde burada olurlar ve ben daha giyinemedim bile. Sen de tutmuş… bir şeyler okuyorsun”. Gazete okumak çok pis, iğrenç bir işmiş gibi yüzünü ekşitmişti. “Kalk da bir an önce traş ol. Bak Jasper Jones’a? Daima filinta gibi geziyor adam. Bak biraz da örnek al. Sonra da biraz buraları toparla, hadi!” dedi kadın. Şömineye bakarken yüzüne bir pişmanlık ifadesi yerleşti: “Tüh yaa… Yayın akışı da yandı… Gerçi Jones’lar geç gider epey ama ne bileyim, yine de belki gece iyi bir film… Henry! Şuna bak hâlâ oturuyor! Acele etsene, kime diyorum ben!”

    ***

    Bugün Henry acele ediyordu ama fazla acele zarar verdi ona. Bir zamanlar araba çamurluğu olan burulmuş bir metal parçasına bacağını kestirmişti az önce. Yaranın çevresini cebindeki mendille sararken eli titriyor, aklına tetanos veya kangren gibi illetler geliyordu. Tahayyülünde dün gece alevler tarafından gazetenin son sayfasının nasıl da yutulduğu canlandı yeniden. Artık istediği tüm gazeteleri okuyacak kadar vakti olacaktı, ama yeni gazete çıkmayacaktı artık: Zira caddenin karşısındaki moloz yığını Gazette Binası olmalıydı ve yerinde resmen yeller esiyordu. Yeni tarihli bir gazetenin olmayacağını düşünmek de ziyadesiyle korkunçtu bu arada. Yeni yayın akışı olmayacağı için Agnes de üzülürdü herhalde ve tabi artık hiç televizyon yayını olmayacağına da. Gülmek istedi ama beceremedi. Yakışmıyordu şu ortama…

    Yoluna devam etti. Aradığı binayı buldu ama binanin silüeti epey bir değişmişti. Koca kubbesi artık bir daire değil, yarı daireydi. Kanatlarından birisi ise kendi üstüne çökmüştü. Henry Bemis’i ani bir panik havası sardı: Ya dünya üzerindeki bu tür binaların her biri mahvolmuş, tamamen ortadan kalkmışsa? Ya bu binalardan bir tane bile kalmamışsa? Çaresizliğin gözyaşları göz pınarlarına yürürken o da binanın çarpık manzarasına doğru yürüdü.

    Binanın eksiksiz olduğu zamanları düşündü. Pek çok geceler geniş ve davetkâr kapısının önünde durup beklediğini hatırladı. Havanın sıcak olduğu gecelerde kapıların ardına kadar açık olduğu, içerideki insanların ahşap masalarda yanlarında bir yığın kitapla oturduğunu gördüğü zamanları… Halk kütüphanelerinin ne kadar muhteşem yerler olduğunu düşünürdü. Öylesine muhteşem ki, herkesin, istisnasız herkesin girebildiği ve bir şeyler okuyabildiği yerler…

    Bir kaç defa içeriye girmeye yeltenmiş, kapıdan diğer insanları izlemişti. Bilhassa da kapıya yakın oturan, yağ lekeli bir tulum giymiş, muhtemelen anlamakta zorlandığı teknik bir dergi üzerinde gecelerce çalışan, bu haliyle parlak bir gelecek vaat eden o adamı. Bir de kapının diğer tarafında yaşlı ama bilge bir adam, sakin sakin sayfaları çevirdikçe dudaklarını da hafif hafif oynatıyor, şu yalan dünyada pek fazla kalmamış olan vaktini değerlendiriyordu -ki yine de ne yapmak istiyorsa onu yapabildiği için aslında vakit bakımından zengin sayılırdı…

    Henry hiç bir zaman içeriye girmemişti. Bir kaç basamak ilerlemiş, neredeyse kapıya kadar erişmişti ama sonra aklına gürültülü sesiyle Agnes düşmüştü hep. O da arkasını dönüp eve gitmişti her seferinde.

    Gerçi şimdi neredeyse sürünerek de olsa içeri giriyordu işte; nefesi bıçak gibi göğsünü acıtırken, avuçları yırtılmış, kanıyor halde. Kanı kızıla bulanmış mendilinden sızmış ve pantalonunu da aynı renge bulamıştı artık. Fena halde zonkluyordu bacağı ama Henry aldırmadı. Hedefinin önündeydi şimdi.

    Kütüphaneye ait kitabe artık kapısız olan girişin üzerindeki yerindeydi. H-A-L- K- – -Ü-P-H- – -E- -İ. Kalanı kırılıp gitmiş, içerisi de harabeye dönmüştü resmen. Rafların kimisi yana yatmış, kimisi devrilmiş, kırılmış, parçalara ayrılmış, yapının nadide eşyaları olan kitaplar etrafa saçılmışlardı. Henry pek çoğunun hâlâ yekpare kaldığını, kullanılabilir ve okunabilir halde olduklarını sevinçle fark etti. Dizlerine kadar yükselen kitap yığının arasına dalıp çamurda yuvarlanır gibi yuvarlanmaya başladı. Bir tanesini aldı eline: “William Shakespeare’den Seçme Eserler”. Evet, bir ara bunu okumalıydı. İtinayla kenara ayırdı. Bir başkasını aldı eline: Spinoza. Onu da başka bir kenara ayırdı. Bir başkasını daha aldı. Bir başkasını daha… Bir daha.. Bir daha… Hangisinden başlayacaktı? Bir ton kitap vardı burada.

    Kıtlıktan çıkmış da açık büfe akşam yemeğine uğramışçasına, sanki elinde koca bir tabak tutuyor ve biraz ondan, biraz bundan diyerek çeşit çeşit yemeği yığıyordu tabağına.

    Bir süre sonra sakinleşti. Seçtiği kitaplardan oluşan yığından bir cildi eline aldı ve ters dönmüş bir kitaplığın üzerine kıçını rahatça yerleştirdikten sonra kitabı açtı. Ağzı kulaklarına varıyordu.

    Bu sırada çatlamak üzere olan bir molozun inceden gürültüsü ulaştı kulağına. Ses Henry’nin üzerine oturduğu kitaplığın diğer köşesinden gelmişti.

    Derken moloz kırıldı ve kitaplığın bir köşesi boşluğa düşerken Herny’nin de dengesini bozdu. Bu sırada gözlüğü kaydı ve yere düştüğünde bir çınlamaya neden oldu.

    Henry hemen eğildi, eliyle yoklayarak gözlüğün düştüğü yeri buldu bulmasına ama eline tuzla buzdan başka bir şey gelmiyordu.

    İşte şimdi ani ve bir şehri tamamen ortadan kaldıran o felaket Henry için de gerçekleşmiş oldu. Önüne açtığı sayfanın bulanık görüntüsüne bir müddet bakakaldıktan sonra haykırarak ağlamaya başladı.

    ——SON——

     

    Orijinal Eser: Time Enough at Last, IF Worlds of Science Fiction dergisi Ocak 1953 sayısı.

    Yazan: Lyn Venable, Çeviri: Tevfik Uyar

     

  • ÖYKÜ: YÜZ ELLİ

    ÖYKÜ: YÜZ ELLİ

    1 Aralık 2015’te açıklanan sonuçlara göre 17. TBD Bilimkurgu Öykü Yarışması’nda ikincilik ödülüne layık görülen “Yüz Elli” adlı öykümü sıcağı sıcağına paylaşıyorum. Bu yarışmada üçüncü kez ikincilik ödülü aldığım için elbette mutlu oldum. Fakat şu da bir gerçek: Ne yapsam da birinci olmak kısmet olmadı.

    Benim için öykü yarışması macerasının sonu anlamına geldi bu ödül. Bundan sonra öykülerimi kitaplaştırmaya odaklanacağım.

    Beğenmeniz dileğiyle… Sevgiyle…


     

    Yüz Elli

    Takvimlerin 23 Ağustos 2020’yi gösterdiği o gün insanlık adına başlayan mühim bir yürüyüşün son adımı atılacaktı. 1977 Eylül’ünde Güneş Sistemi’nin dışına yollanan Voyager 1, artık “bulunmaktan” başka bir vazifesi kalmadığı için tamamen kapatılacaktı. 2020’deki bu son adım daha araç gönderilmeden planlanmıştı; zira o kadar uzaktayken insanlara sunabileceği bir şey kalmayacaktı.

    NASA’nın JPL biriminin California’daki merkezinde her şey güzel başlamıştı. Voyager 1’den gelen telemetri verilerinin yansıtıldığı kocaman ekranın önünde basın mensuplarına kokteyl veriliyordu. Kürsüden insanlığın uzay macerasıyla ilgili birkaç duygusal konuşma yapıldıktan sonra, Voyager 1’deki altın plağa konmuş şarkılar eşliğinde sohbetler edildi. Saat 16:00’ya programlanan “şalteri indirme” etkinliğinden kırk dakika önce probun cayroskopik operasyonlarından sorumlu olan Rachel, bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etti. Onun kaygıyla ekrana baktığını görenler yüzlerini aynı yere çevirdiler. Salondaki konuşmalar azalarak kesildiğinde herkes ekranda artık değişmeyen, sabitlenmiş sayılara bakıyordu. Saat dışındaki tüm veriler aniden duruvermişti.

    NASA’nın basın müşaviri Thomas, gazetecilere çaktırmamaya çalışarak Umut’un yanına gelip “şalteri vaktinden önce mi indirdik?” diye sordu. Umut diliyle dişi arasından “İlgisi yok…” diye fısıldadı. “Alet buraya 20 saat uzaklıkta. Her ne olduysa 20 saat önce olmuştur”. Gazetecilerin ortalama bir insandan daha hassas kulaklara sahip olduklarını unutmuşlardı. Haberin kokusunu alan gazeteciler soru yağdırmaya başladılar. JPL başkanı ortamı sakinleştirmek amacıyla “tamam tamam beyler hanımlar…” diyerek herkesin görebileceği bir yere geçti. “İzin verirseniz şimdi ne olduğunu öğrenip size aktaracağız. Rahat çalışabilmemiz için maalesef sizleri bir süreliğine lobiye almak zorundayız” dedi ve gazeteciler Thomas’ın mihmandarlığında dışarıya çıkarıldılar.

    Yerlerine geçen Voyager 1 ekibi eldeki verilere dayanan tüm sistem testlerini yaptılar. Her şeyin sağlaması yapıldıktan sonra ortaya son derece tuhaf bir sonuç çıktı: Voyager 1 tıkır tıkır çalışıyordu fakat küçük bir sıknıtısı vardı: İlerleyememek. Araç her ne olduysa Güneş’ten tam 150 AU uzaklıkta pozisyonunu sabitlemişti.

    Geri dönen Thomas, “Emin misiniz?” diye sordu kenara çektiği JPL başkanına. “Dışarıda iştahla bekleyen gazetecilere bunu mu söyleyeceğim? Nasıl olur?”

    “Emin değiliz. Voyager 20 saat uzaklıkta olduğu için şimdi talep ettiğimiz bazı veriler ancak 40 saat sonra gelebilir. Ne var ki, o zamana dek gelmiş ve hâlâ gelmeye devam eden verilerde başka hiçbir sorun görünmüyor. İlginç bir şekilde araç aniden durmuş gibi…”

    “Bu mümkün mü?”

    “Elbette değil. Belki basit bir sensör arızasıdır. Bir asteroide çarpmıştır diyeceğim ama… Diğer veriler… Neyse… Beklemekten başka çaremiz yok.”

    “Her ne olduysa tam 150,00 AU’da olması biraz tuhaf değil mi?”

    “Tuhaf… Belki yazılımdaki bir hata buna neden olmuştur ve aynı hata yuvarlama hatası da yaratıyordur. Erkenden bir şey söylemek zor. Ekip araştıracak. Eski ve kenarda kalmış bir program olduğu için çok bilgi sahibi değilim. Ben de rapor bekliyorum.”

    “Dışarıdakilere ne diyeyim?”

    “Sistemde bir arıza var, 40 saat sonra teyit edeceğiz… Nasıl?”

    “Vakit kazandırır…”

    *

    Yönetici takımı olayın basit bir arızadan kaynaklandığını umuyorlardı. Arızayla baş etmek kolaydı: “Voyager’da son anda bilmemne arızası çıktı. Zaten şalteri de indirecektik ve zahmete girmeye değmeyeceğini düşündük…”

    Ancak Voyager 1 gerçekten de tam olarak 150,00 AU’da, kelimenin tam anlamıyla boşlukta öylece çakıldıysa, bunu açıklamak pek kolay olmazdı. Vuku bulan gerçekten de buysa muhtemelen konunun tartışılacağı yer artık California Teknoloji Enstitüsü değil, Beyaz Saray olacaktı.

    Öyle de oldu. 41 saat kadar sonra NASA başkanı kendini Amerikan Başkanı’nın bilim danışmanı Sera’ya konuyu aktarırken buldu. Aracın nasıl olup da durduğunu mantıklı bir şekilde izah edemiyordu.

    “Daha fazla bilgi almanın yolu yok mu?” dedi danışman.

    “Var… Voyager 1, 1990 yılında Güneş Sistemi’nden son fotoğrafını aldığında üzerindeki kamerayı deaktive etmiş ve yazılımını kaldırmıştık. Onu yeniden devreye sokacağız.”

    “Olanlara dair bir teoriniz var mı?”

    “Tüm personelim kafa yoruyor. Somut tek bir hipotez var; ondan da ancak bilimkurgu öyküsü çıkar… ”

    NASA başkanının bahsettiği hipotezi NASA’nın en yaşlı çalışanlarından birisi olan Carl Heermer öne sürmüştü. Hipotezse 2000 yılında Stephen Baxter tarafından ortaya atılan Planetoryum Hipotezi’ydi. 1963’te Kardashev adlı sovyet astronom, uzaydaki olası uygarlıkların hakim olabildikleri enerji miktarına göre K1, K2 ve K3 diye sınıflandırılabileceğini öne sürmüştü. Baxter da K3 cinsinden bir uygarlığın 100 AU’luk çapta bir simülasyon yaratabileceğini hesaplamış, Güneş Sistemi’nin çok gelişmiş bir uygarlığın yarattığı fiziksel bir simülasyonda bulunabileceğini öne sürmüştü. Carl’a göre Baxter haklı olabilirdi ama fazla itidalli davranmıştı: Güneş Sistemi, çapı 300 AU olan bir simülatörde olabilirdi.

    Bilim danışmanı, “Yani Güneş sisteminin bir tür laboratuvar tüpünde yer aldığını mı söylüyorsun?”

    “Hayır elbette… Bu sadece bir spekülasyon. Ancak Voyager’in durması o kadar anlamsız ki, öne sürülen hipotezler de aynı derecede anlamsızlar.”

    “Fotoğraflar geldiğinde orada olmak istiyorum.”

    “Tamam. Kamerayı aktive edip ilk fotoğrafları almamız asgari 48 saat sürecek.”

    “Bekleriz. 4,5 milyar yıllık bir simülasyon için kısa bir süre.”

    *

    Mojave Çölü’ndeki Goldstone anteni, kamera aktivitesini onaylayan ilk fotoğrafı aldı. Hemen teyit sonrası adımlara geçildi: Voyager kamerasına saat yönünde dönerken 15 derecede bir görüntü alması söylendi. Bu yeni fotoğrafların gelmesi için 40 saat beklenecekti.

    Sera California’ya bu süre zarfında ulaştı. İlk işi NASA veya JPL başkanını değil, Carl’ı görmek oldu. Uzun bir süredir alımlı bir kadına –hatta bir kadına- randevu vermeyen Carl’ın keyfine diyecek yoktu. “Biz bu hipoteze hayvanat bahçesi senaryosu da derdik.” dedi bar taburesinde birasını yudumlarken. “Bu fikir Fermi Paradoksu’ndan doğdu. ‘Madem evrende başka uygarlıklar var, o halde neredeler?’ dedi Fermi haklı olarak. Tamam, ziyaret edilmemiş olabiliriz ama radyo sinyalleri nerede? Hiç mi iletişim kurmuyor, hiç mi haberleşmiyorlar? İşte Baxter bu “büyük sessizliğe” başka bir açıklama önerdi: Onları görmemizi istemiyorlar çünkü onlar için beyaz farelerden başka bir şey değiliz.”

    “Peki Carl… Eğer gerçekse… Yani gerçekten Güneş Sistemi’miz bir tür hayvanat bahçesinden ibaretse…” dedi Sera.

    “Her şey olabilir. Kafesten çıkmaya kalkıştık diye terbiyecimiz gelip bize sopa atabilir. Belki de ödüllendirmek için birkaç fıstık atarlar. Ya da yaratıcımız her kimse çoktan ölmüştür. Bence bize ne yapacaklarından daha önemli sorunlarımız var.”

    “Nedir o?” dedi Sera merakla.

    “Bunca bilimsel birikimimize ne olacak? Orada dev bir ekran varsa eğer, her şey bir görüntüden ibaret demektir. Bizi evrenin sessizliğine inandıran bir görüntü… Bir açık hava sineması Sera. Einstein, Hawking, Büyük Patlama, genişleyen evren… Evrenin en uzun metrajlı filmi bu. Hepsini unut! Tüm bildiklerini.”

    *

    Fotoğraflar geldiğinde gizli servisler devreye girmek zorunda kaldı çünkü Voyager’ın tam karşısında kocaman bir “150 AU” tabelası duruyordu. Voyager 1 Karayolları Genel Müdürlüğü’nün değil NASA’nın aleti olduğuna göre bunun tek bir açıklaması vardı: Birileri Voyager’ın sinyalini karıştırıyordu!

    “Ockam’ın usturasını resmen es geçtik Sera. Basit olan açıklamayı değil, abidik gubidik senaryoları dikkate aldık. Voyager’ın şalterini o gün indireceğimizi duyurmuştuk. Kabiliyetli birkaç korsan –nasıl yaptılar bilmiyorum ama- önce bizim verilerimizi manipüle edip Voyager’ın 150 AU’da durduğuna inanmamızı istediler. Şimdi de yıldızlı bir arka planda 150 yazan karayolu tabelasının durduğu resimler gönderiyorlar. Dünyanın gözü önünde bizimle dalga geçiyorlar.” dedi.

    Sera emin değildi. Alelacele oluşturulmuş raporda yeralan, nerede güvenlik açığı olabileceğine dair teorileri ikna edici bulmamıştı. Elbette bunu başkana söylemedi.

    O saatlerde Voyager’a sürekli görüntü alma talimatları iletiliyor, 20 saatlik yolu aşıp gelen veriler görselleştiriliyordu. Yeniden Voyager ekibine atanan eski görsel uzmanlarından birisi çığlık atınca herkes başına üşüştü: Aracın en ilkel cep telefonunkinden misli misli kötü kamerasıyla ilettiği fotoğraflardan sonuncusunda Voyager’ın bizzat kendisi görünüyordu: Voyager kendi resmini gönderebilmişti; çünkü karşısına bir ayna konmuştu.

    150 tabelası geldiğinden beri araştırma için gizlilik kararı alındığından basın mensuplarına bir şey açıklanmıyordu. Lakin bilginin sızması engellenememişti. TV’de her akşam binbir çeşit spekülasyon tartışılıyordu. Spiritüeller aslında 150’nin eski uygarlıklarda çok önemli bir sayı olduğunu anlatıyor, yeni kurulan “150 kilisesi” mürit topluyor, müslüman ülkelerde okutulan cuma hutbelerinde “biz zaten biliyorduk” havası atılıyordu. Bir hafta içinde farklı dillerde yüzün üstünde “150” adlı kitap yayımlanmıştı.

    Voyager’ın durmasından 15 gün kadar sonra, California Teknoloji Enstitüsü’nün toplantı odası gergin bir toplantıya ev sahipliği yapıyordu. Masada NASA’nın ağır toplarının yanısıra ulusal güvenlik birimlerinin yöneticileri oturuyordu. Voyager’ın ulusal bir proje olması nedeniyle Rusya, Çin ve Japonya’nın yardım teklifleri reddedilmiş, ABD vatandaşı olmayan NASA çalışanlarına ücretli izin verilmişti.

    “Fotoğraf hilesi” dedi başkanın güvenlik danışmanı. “Başka bir açıklaması olamaz.”

    “Öyleyse uzmanlık ürünü bu. Ekibim fotoğraflardaki yıldızlara odaklandılar. Hepsi fotoğrafların çekildiğini düşündüğümüz açılara göre doğru konumda ve parlaklıktalar. Böyle bir hileyi ancak aracın konumunu ve uzayı avucunun içi gibi bilen biri yapabilir.”

    “Konumu bilebilirler mi?” dedi Beyaz Saray güvenlik danışmanı.

    “Elbette. Aracın dümdüz olan rotası belli. Uzaklığını da web’den ilan ediyoruz zaten.”

    Derken kapı çalındı. Başını uzatan personel “Sanırım acil bir durum var” deyip, yetkilileri komuta merkezine çağırdı.

    *

    Herkesin başına üşüştüğü bilgisayar ekranında Voyager’dan yeni gelen görüntülerde yaşlı, beyaz bir erkeğe ait fotoğraf  görünüyor, altındaki notta “Dış kapıdaki bu adamı içeri alın” yazıyordu. Sona gelinmiş, şakacılar deşifre olmaya karar vermişlerdi demek…

    İçeri alınması istenen adamı gerçekten de binanın önünde beklerken buldular. FBI müdürü hemen yakalanıp sorgulanması gerektiğini söylese de NASA başkanı biraz konuşmanın zararı olmayacağına ikna etti onu. Boynuna astığı yaka kartında “150” yazan, Bertrand Russell’a benzerliği gözden kaçmayan, bir İngiliz centilmeni gibi giyinmiş adamı çok sıkı bir güvenlik taramasından geçirdikten sonra yukarıdaki toplantı odasına aldılar.

    “Konuşmama müsaade var mı?” diye sordu centilmen. Kollarını kavuşturmuş takım elbiseli adamlar arkalarına yaslanıp aynı beyefendilikle “lütfen” dediler.

    Adam genzini temizledikten sonra “Sizin K3 dediğiniz sınıftan bir uygarlığın temsilcisiyim. Size selam getirdim!” deyip bekledi. Kimse tarafından ciddiye alınmadı söyledikleri ama o ana dek kambur oturan Carl’ın doğrulduğu gözden kaçmadı.

    “Ciddiye almayacağınızı tahmin ediyordum. Bu yüzden size Voyager’ın çalışmasını yıllar önce durdurduğunuz kızılötesi spektrometresinden bir parça söküp getirdim. Nostaljik bir ev hediyesi…” derken iç cebinden metal bir kutu çıkardı. Kutuyu Carl’a uzatırken “zaten kullanmadığınıza göre kızmazsınız değil mi?” diye ekledi. Voyager programının emektar mühendisi parçayı incelemeye koyuldu.

    “Maalesef bir simülasyondaydınız. Yediniz, içtiniz, eğlendiniz, savaştınız, devrimler yaptınız, Ay’a gittiniz, hatta duvara çarpmayı başardınız… Biz duvar diyoruz oraya: Yıldızınıza 150 AU uzaklıkta bir set. Bizler için küçük ama sizleriçin epey büyük bir adım. Tebrikler! ” dedi ve alkışlamaya başladı: “Bravo… bravo…!”

    FBI müdürü NASA başkanının kulağına eğilecek oldu ama başkan onu eliyle durdurdu. Son derece sakin bir ses tonuyla “sadede gelir misiniz?” dedi.

    “Tabii… Çoğunlukla gezegeniniz çok hücreli yaşama geçemiyor; bazen geçiyor ama meteor düşmediğinden dinozorlara yem oluyorsunuz. Meteorun iyiliğini gördüğünüz zamanlar nadiren de olsa bilimsel devrim gerçekleştirecek kadar ilerliyor ama bu defa da birbirinizi nükleer silahlarla yok ediyorsunuz. Kısacası: Yaklaşık yüz bin deneyde bunu ilk başaran siz oldunuz. Takdire şayan!”

    “Çoğunlukla… Nadiren… Yüz binlerce… Ne demek bunlar? İlk derken neyin ilki?” dedi başkan.

    “Sürekli tekrarlanan bir deney. Büyük sayılar yasasına uygun olarak akıllı yaşama dair olasılıkları ölçmeye çalışıyoruz. Gezegeninizi veya birbirinizi yok etmeden uzaya çıkabilme olasılığınız önemli… Kıstas duvara ulaşmak ve siz ilk örneksiniz. Bizzat gelip kutlamak istedim.”

    “Yani her biri milyarlarca yıl süren deneyler mi yapıyorsunuz?” dedi Sera. İnanmış göründüğü için bir an budala gibi hissetti.

    “Ortalama 4,5 milyar yıl. Sisteminizin yaşı. Simülasyon içinde bu kadar ama dışarıda öyle değil. Senkronize yürütülen yüz kadar deney –başarınıza göre- on ila elli dakika sürüyor.”

    Bu sırada “İnanılmaz…” diye haykırarak araya girdi Carl. “Bu gerçek. Tamamıyla gerçek! İşte şu çerçeveye çaktırmadan küçük bir imza atmıştım. Aynen duruyor. Aman yarabbim!”

    Kutuyu eline alan her yetkili imzayı görene kadar bir süre bakıyor, sonra kutuyu yanındakine veriyordu. Kutu elden ele dolaşırken odadaki gerginlik artıyordu. Kutuyu inceleyip tekrar Carl’a veren Sera müzakere ederken işe yaradığına inandığı ses tonuyla konuşmaya başladı: “Beyefendi… Gerçeği söyleyeyim mi? Açıkçası bunun kötü bir şaka olduğunu, Voyager’ın frekansına karışan bir grubun lideri olduğunuzu düşünüyoruz. Bu kızgın beylerin sizi bu kadar dinleyeceğini bile beklemiyordum. Neyse… Ben sorumu sorayım: Anlattıklarınızdan ve yapabildiklerinizden ötürü astronomi bilginizin ve genel kültürünüzün yerinde olduğunu varsayıyorum. Sagan prensibini siz de biliyor olmalısınız: Olağanüstü iddialar, olağanüstü kanıtlar gerektirir. Sizin böyle bir kanıtınız var mı?”

    “Güneş tutulmasına ne dersiniz?” dedi adam tebessüm ederek. Oturanlar onun neyi kastettiğini anlamadılar fakat çok geçmeden pencereden giren ışık azalmaya, masmavi gök kararmaya başladı. Şaşkınlıktan ilk sıyrılan FBI müdürü oldu ve ayaklanmaya kalkıştı ama NASA başkanı onu kolundan yakalayarak yerine oturttu. Ortam tamamen karardığında odanın dışından gelen gürültülerden binada bir kargaşa başladığı anlaşılıyordu. Carl kalkıp ışıkları yaktı. Keyifli görünen tek kişi oydu, zira diğerleri paniğe kapılmışlardı. Sera’yla göz göze geldiler: Hayvanat bahçesi kapatılıyordu.

    Başkan atıldı: “Ne olacak peki şimdi?”

    “Simülasyon sıfırlanacak.”

    “Yani?” dedi FBI müdürü.

    “Yani hayat sona erecek.”

    “Nasıl? Şimdi mi? Hemen mi? Tüm insanlar ölecek mi?”

    “Çok bencilsiniz bayım. Başka canlılar da var. Ayrıca teknik olarak ölmek fiili hatalı.”

    “Bu kadar kolay mı? Başkanı, halkı bilgilendirmeli, tüm dünyaya haber vermeliyiz…”

    “Neye yarayacak?”

    “Bari ailelerimizi arasaydık?”

    “Üzülmekten başka şeye yaramaz. Hem sizi iknaya gelmedim ki!”

    “Ama 8 milyar insanın aniden yok ola…”

    ***

    D-99059 BİLGİLERİ SAKLANDI.

    D-99156 DENEYİ BAŞLATILIYOR.

    YILDIZLAR… YARATILDI.
    GEZEGENLER… YARATILDI.
    İLK CANLI MANUEL OLUŞTURULSUN MU? (E/H)… H
    DUVAR ÇAPI? (AU)           :___
    Zaman aşımı… Lütfen değer giriniz!

    DUVAR ÇAPI? (AU)           : 500

    <<<HAZIR>>>

  • ÖYKÜ: FIRILDAK

    ÖYKÜ: FIRILDAK

    Türkiye Bilişim Derneği’nin 2013 yılında düzenlediği 15. Bilimkurgu Öykü Yarışması’nda ikincilik ödülüne layık görülen öyküm Fırıldak’ı blogumda yayımlamaya karar verdim.

    Galaktik Tiyatro adlı öykü kitabımda da yer alan Fırıldak adlı öykü, TBD jürisinin yorumuyla “bir uzaylı istilasını arka planına alan, aşk ve dostluk gibi insani halleri etkili bir biçimde kullanan, bir grup insan arasındaki karmaşık ilişkiyi tekinsiz, post-apokaliptik bir atmosfere ustalıkla yerleştiriyor.”

    Bakalım sizce de öyle mi…


     

    FIRILDAK

    Fakülte binasının hiç kullanmadığımız odalarından birinde Hasan ile kaç saattir oturuyorduk bilmiyorum. Hasan’da epeydir bir haller vardı. Ketumdur, duygularını hiç belli etmez ve hiç söylemez; o yüzden epey zorlandım aşık olduğunu öğrenene kadar. Platonik olarak tanımladı. Birkaç kez de görüşmüş. Kim olduğunu inatla söylemiyor ama tahmin etmek mümkün. Hepi topu otuz kişiyiz ve eşcinsel değilse potansiyel üç kişi var elde. Tahmin etmek de istemiyorum aslında. Herkes bilmesi gerektiği kadar bilmeli.

    “Kendini çok kaptırma…” dedim.

    “Olur. Öğüdün çok klişe. Annemi hatırlatacak kadar klişe hatta, fakat yerinde bir öneri.” dedi. Her zamanki Hasan… Bir fikri tamamen onaylarsa taviz vermiş gibi hisseder, o yüzden ille de eleştiriyor. Kuyruğu dik tutma çabası hep… Ama çok sıkı çocuktu. İki kez ölümden aldı beni.

    Öğüdüm onu sessizleştirmişti, çünkü hakkım vardı: Aşk çok verimli bir duygu değildi yaşadığımız günlerde. O yüzden kafası da karışıktı. Daha çok sessizleşmesin diye artık konuşmuyordum ki kapı aniden açıldı ve Aysu daldı içeriye. Minik kız kanter içindeydi ve heyecanlıydı. Soluk soluğa, tıkanmış, konuşamıyor. Avucumun içiyle sakin olmasını işaret ettim. Durmadı; bir çırpıda “Kedi gördüm ben…” deyiverdi.

    Kaşlarımı kaldırıp bakakaldım; çünkü kedi görmek heyecanlı ve büyük bir olaydı, benim şu an onun sözlerinin doğruluğundan şüphe edebileceğim kadar.

    “Nerede gördün?”

    “Aşağıda. Kütüphanenin orada.”

    “Yakından mı gördün? Emin misin?”

    “Uzaktan gördüm ama kedi olduğundan eminim.”

    “Kedinin nasıl bir şey olduğunu biliyor musun?” diye sordum.

    “Resimli kitaplardan biliyorum”

    İnanmakta tereddüt ettiğim için Hasan’a dönüp baktım. Manalıca gülümsedi. Ben bu gülümseyişi tanıyordum. Çatışmalar henüz sıcaktı ve bir binada mahsur kalmıştık. Kurtulmaktan hiç ümidim kalmadığından “buraya kadarmış” demiştim ve o yine böyle gülümsemişti. Ne yapıp edip bizi sağ çıkarmıştı oradan. Onun ümidi ve çabası benim ümitsizliğimi dövmüştü.

    “Bir bakalım” dedim. Yemek saati yaklaşıyordu. “Ama yemekten sonra… Olur mu?”

    Çok sevindi… Çocuklar heyecanlanınca hareketleri tetikleşiyor. Aysu küçük adımlarıyla önümüzde koşarken, biz de takip ederek yemekhaneye indik. Bulgur pilavı güzel kokuyor, sürpriz ise yoğurt. İnekler yeniden süt vermeye başladığından bu yana beklenen an. Masalar da birleşmiş, demek doğumgünü falan var.

    Ona buna laf atıp şakalaşarak masaya vardık. Sırtımı pencereye verdim. Bu hafta mutfakta görevli olan Leyla’yı izlemek istiyordum. Saçları yemeklere düşmesin diye beyaz bir tülbent bağlamıştı başına. Beni görünce çekidüzen verdi kendine ama gözlerini kaçırıyordu hep. Şefika Abla’dan çekiniyordu herhalde.

    Az sonra herkes susuverdi. Bu susuşların sebebi bellidir. Arkamı dönüp pencereden dışarıya baktım: Kol uçuşundaki üç fırıldak Etiler tarafında bir yere süzülüyorlardı. Üçü de eş zamanlı olarak mühimmatlarını attılar. Tam yükselip giderlerken içlerinden birisi geri dönüp tekrar saldırdı. Sonra o da diğerleriyle aynı yöne ışıklarını saçarak yükseldi, hepsi birden buluta girip kayboldular. Bunlara fırıldak adını vermemizin sebebi yükselirlerken karınlarından saçtıkları alacalı beleceli döner ışıklar. Herhalde yer çekimine bu ışıkları saçan mekanizma ile karşı koyuyorlardı.

    Remzi pencerenin önünde ayakta izledi bombardımanı. Yine ağız dolusu küfürler ediyorken göz göze geldik. Yanımdaki sandalyeyi işaret ettim; küfürlerin dozunu arttırarak geldi.

    “Arkadaş, bir türlü anlamıyorum. Ne yere iniyorlar ne de s..tir olup gidiyorlar.”

    Remzi haklıydı. Anlaması güç bir durumdu. İlk geldiklerinde her yeri havadan bombaladılar. Sonra kara birliklerini indirip savaştılar. Ordularımız varlık bile gösteremedi. Kara birlikleri çekildi ve geriye sadece bu cılız hava saldırıları kaldı.

    “Vardır bir hesapları, sivrisinek mevzuu gibi işte…”

    Belki yüz defa verdiğim örneği yine verdim: “Mahallendeki sivrisineklerin kökünü kurutmazsın ama yakınına konarsa da affetmezsin.”

    Sivrisinek benzetmem yine hoşuna gitmemişti. Küfürlerinden benim de nasibimi aldığımdan emindim. “Aysu kedi görmüş” dedim. İlgilenmedi. “Hasan’la aramaya gideceğiz” dedim, Leyla’ya bakarken. Göz göze geldik bu sefer, kaçıramadı bakışlarını ve gülümsedi. Suçlu, tuhaf bir gülümsemeydi bu defa. Ah Şefika Abla ah…

    Remzi böldü: “Bulsan n’apacaksın?”

    Soruya yanıt vermeden önce sohbete ilgisiz kalan Hasan’a baktım. Kime baktığını kestirmeye çalışıyordum. Aksi gibi kafamdaki üç isim de birlikte oturmuşlardı yemeğe. Hasan da arada bir oraya göz atıyor ama tam olarak kimi gözlediğini anlamam mümkün değil. Çok da ilgi göstermiyor sanki.

    “İlk önce kediler öldü biliyorsun. Bu itler gelmeden üç dört yıl önce. Sonra bir daha hiç kedi gören olmadı. Belki bir anlamı vardır.”

    Tatmin olmadı. “Kediyi yakalarsak doktorlara götürürüz. Belki bir şey bulurlar” dedim.

    Doktorlar, bildiğimiz altı komşumuzdan bize en yakın olanlardı. Onlar da kampüsteydiler ve başka bir fakülte binasında yaşıyorlardı. Çoğunluğu bilim insanı, mühendis falan olduğundan onlara bu ismi vermiştik. Karşılaştığımız sıkıntılara kafaları ve ellerindeki malzemelerle çözüm bulmaya çalışıyorlar. Beyin takımı gibi… Sadece onlarla bir kablo üzerinden iletişim kurabiliyoruz -kablosuz her türlü iletişim işgalle birlikte felç olmuştu -. Diğer komşularımızla ulaklar kullanıyoruz.

    Şefika Abla “yemek hazır” diye bağırdı. Nizami bir şekilde sıraya geçtik. Yoğurt kazanının başında Leyla var. Biraz bakışalım ve gülümsediğinde gamzesini yakından göreyim diye önünde durdum. O yüzüme bakmadı, elime bir kağıt tutuşturuverdi. Bakmadan cebime attım. Hep utangaçtı böyle… Deli kız…

    Yerlerimize döndük ve yemeklerimizi yemeye koyulduk. Aysu’nun babası da tıp doktorumuzdur, yanımıza oturdu. Son eczane yağmasından beri aramız limoni.

    “Benim kız biraz hayalperesttir” dedi.

    Ağzım doluyken “Biliyorum” dedim yüzüne bakmadan.

    “Kedi gördüğünü sanmıyorum” dedi. “Kitaplardan okuduklarını çok içselleştiriyor ve hayal kuruyor.“

    Hiç konuşmayacaktım ama dayanamadım: “Ya gerçekten kedi gördüyse?”

    “Öyleyse bile kızım için tehlikeye atılmanı istemem”

    Aslında kıza güvendiğim söylenemez. Hasan’ın davasını sahipleniyordum yine. Ona can borcum olduğundan özellikle onun bu merakı gidermek istediğini anlamış ve düşünmeden “bakarız” demiştim.

    “Kedilerin anlamı olduğuna inanıyorum. Her ne olduysa, şu işler başımıza gelmeden birkaç yıl önce hepsi topluca öldüler. Denemeye değer. Aysu için değil kendimiz için yapacağız” dedim. Söylediklerim açık ve netti. Doktor kalktı gitti. Fırıldaklar Etiler’i bir sorti daha bombalıyorken yemekhanede çınlayan tek gürültü yine metal tabldotlarla çarpışan çatal sesleri idi. Sessizce yemeğimizi yedik ve çıktık.

    Dışarının kurşuni havası boğuktu. Bu havalardan nefret ediyordum: Kalın giyinsen terliyor, ince giyinsen üşüyordun. Lanet bir şey.

    Kütüphane tarafına gitmek için her zaman kullandığımız patikayı kısmen kullanacaktık. Bu iyiydi; çünkü her yüz metrede bir fırıldakların ortaya çıkması halinde altına gizlenmemiz için önceden hazırladığımız yalıtkan korunaklar vardı. Fakat ana kantin binasının önündeki ayrımdan sonrası için aynı şeyi söyleyemezdik.

    Yürürken düşünüyordum: Ne kadar bodoslama dalmıştık bu işe. Mesela ikindinleyin doktorlardan gelen kafileden başkalarıyla da görüşüp kedi olayını doğrulamamıştım. Aysu’ya “senden başka gören oldu mu?” diye sormak da aklıma gelmemişti. Görev dönüşü, özellikle de kötü bir şey olursa, Hasan’ın bunu yüzüme vurması garantiydi. Başa kakmayı çok sever. “Hani en önemli şey bilgi idi?” diyecek. Biliyorum, diyecek, kesin diyecek…

    Yanımızda birer tabanca var sadece. Fırıldakları uçarken vurmak mümkün değil ama kaçırma vakalarına karşı tabancalar kullanışlı olabiliyor; çünkü hedefi almak için inerken savunmasız kalıyorlar. Göbekten vurulurlarsa nakavt! Fakat yanımıza silah almamızın sebebi peynir kokan yaratıklardan ziyade insanlardı. Kaynakların kısıtlı olması ölümcül bir rekabet doğuruyordu. Anarşiden bir oyunmuşçasına keyif alan tehlikeli eşkıya grupları vardı. Bizimse korumamız gereken ve hayatta kalmak için direnen çocuklar, kadınlar ve onları hayatta tutmak için gereken kısıtlı bir gıda ve ilaç stoğumuz, doktorlar sayesinde kurduğumuz bir de küçük çiftliğimiz vardı. Yiyecekleri stoklardan ve seradan temin etsek de yağmalar hala önemli bir kaynak olduğu için zaman zaman biz de yağmaya çıkıyorduk.

    “Gökyüzü kapalı olmasa iyiydi” dedi Hasan. Hemen ardımdan geliyordu, tek sıra yürüyorduk. “Fırıldaklar buluttan çıkana dek göremeyeceğiz.”

    “Avantajları da var” dedim. “Onlar da bizi izleyemiyorlar”.

    “Çok mühim sanki. İsteseler hepimizi anında yok edebilirler. Bunu bilerek yapmıyorlar bence” dedi. Bu şüphe herkeste müşterekti.

    “Onlara zarar veremeyecek bir kitle için daha fazla mühimmat harcama lüksleri yok demek ki. Onlara da bir hesap soran vardır belki” dedim.

    “Mümkün” dedi Hasan.

    Ana kantine gelmiştik. Sol tarafa, inşaat fakültesine gidecek olsak güvenli hattımız devam ediyor olurdu. Oysa biz sağa yönelecektik şimdi.

    “Aracı alsaydık keşke” dedi.

    Elimizde korunaklarımız gibi yalıttığımız için fırıldakların göremediği özel bir araç vardı ama tek tehlike fırıldaklar değildi. Çalışan bir motorlu araç o kadar kıymetliydi ki eşkıyalığa kurban gitmesi pek mümkündü. Bu yüzden mecburi bir yağma olmadıkça sadece kampüs içinde kullanıyorduk. İkindi kafilesi doktorlardan yoğurt ve süt getirebilmek için aracı kullanmıştı; Aysu’nun kedi görme hikayesi de bundandı.

    “Meçhul kedi için kısıtlı yakıtımızı harcayamayız. Ben inanmamıştım zaten bu arada, sen inandın. Bir gidip bakmak istediğini farkettim; her zamanki gibi sana ve hislerine güvendiğim için düştüm yola.”

    “Sen yine de bana o kadar güvenme.”

    “Aklımda bulunsun. Hadi sen geç öne madem. Arkamdan falan vurursun şimdi.”

    Gülerek ve rahat söyledim bunu. Birincisi, böyle bir şeyi cidden söylemeyeceğimi bilecek kadar tanıyordu beni. İkincisi, iki can borçluydum adama. Hasan demek benim için “güven” demekti.

    Yolu takip edersek hızlı olacaktık ama güvende olmayacaktık. Ağaçlığı takip edersek saklanması kolay olacaktı, ama bu defa da yürümekte zorlanacaktık. İnsanın bakımından yoksun kalan tüm alanlar balta girmemiş ormana dönmüştü iki senede. Hasan yolu tercih etti. On dakika kadar sessizce ve dikkatle yürüyüp kütüphane bahçesine ulaştık.

    “Eee… Pisi pisi mi diyeceğiz şimdi?”

    Öyle ya. Bir kedi varsa dahi nasıl çağıracaktık? “Pisi pisi” deyince gelecek miydi yoksa korkacak mıydı? Kedi bir insanoğluyla karşılaşmayalı epey vakit geçmiş olabilirdi. Elimle Fen-Edebiyat fakültesini göstererek “bekleyelim” dedim. Kapıdan içeriye bir iki adım girip dışarıyı gözlemeye başladık. Beklemekten başka bir şey gelmiyordu aklımıza.

    Hasan “Aynı yeri gözlemek son derece anlamsız. Buranın bir arka çıkışı olmalı. Sen burada kal, ben o tarafa gideyim” dedi. Kafamla onaylayınca –nedense sessiz olmamız gerektiğini düşünüyordum- gitti ve yalnız kaldım.

    Az sonra boğaz taraflarından bir yerlerden sonda gürültüleri gelmeye başladı. Altı yedi kilometre uzaklıktaydı boğaz. Yaratıklar yine su çekiyor olmalıydılar. Su çektiklerini ilk gördüğümde onların buraya yerleşmeye gelmediklerini düşünmüştüm. Gezegeni sömürecekler, tükettikten sonra gideceklerdi. Biz de geriye kalan bir avuç insan olarak susuz kalacaktık. Aslında türümüzün sayılı yılları olduğuna da emindim. Su olmadan medeniyet mümkün mü? Nasıl mağlup edilir ki bu haydutlar?

    Girişin iki adım önüne çıktım. Sağımda yükselen gökdelenler çatılarından dev goriller ısırmış gibi eksik, göğe uzanmış bağırıyorlardı. Yaratıklar gelmeden önceki düzenin mabetleriydi bunlar, ama bir gecede sistem çöküvermişti. Buraların sahipleri benden daha çok üzülmüş olmalılardı; zira benim bir kaybım yoktu. Hatta kazancım vardı: Leyla. Deli kız… Güzel kadın… Uğruna yaşadığım şey.

    Leyla’nın notunu hatırladım. Elimi cebime attım: Terden nemlenmiş, çıkarmaya çalışırken yırtıyordum az daha.

    O da ne? Aha! Biri “miyav” mı dedi?

    Önümdeki alanın bitiminden aşağıya uzanan merdivende bir kedi kafası görüyordum. Sonda seslerinden ürktüğü belli, küçücük bir yavru kedi. Nasıl yavru olabilir? Altı yıldır ortalıkta yoktu kediler. Bu bir yavru ise anası danası falan da olmalıydı.

    Telsizimiz olmadığı için Hasan’a haber veremezdim. Kediyi kaçırmadan almalıydım ama nasıl? “Pisi pisi” diye seslendim. Kulaklarını dikip baktı bana. Seslenmeye biraz daha devam ettim. Basamağı çıktı, insan görmemiş olmasının avantajıydı herhalde; ürkmeden yaklaşmaya başladı. Hatta ben ürküyordum ve elim silahımdaydı. Ufacık bir ses olsa kediyi çekip vurabilirdim.

    Ayaklarımın ucuna kadar geldi. Çömelip başını, boynunu sevdim. Mırlıyordu hergele. Çantamdaki kuru ekmeği ıslatıp verdim. Hayvan mutlulukla yemeye başladı. Hasan’ı bekleme zamanıydı şimdi.

    Elimi tekrar cebime attım ve notu yırtılmaması için dikkatlice çıkardım. Nemlendiği için tükenmez kalem biraz dağılmış, yazılar kağıdın arkasına geçmişti. Tersten yazılmış “dikkat et” kelimesini seçebiliyordum. Sayfaları birbirinden itinayla ayırmaya çalışıyordum ki önce arkamda hafiften bir rüzgar ve hemen ardından da ince, mekanik bir ses işittim.

    “Bammm!”

    Ses, hayalet bir kente dönüşmüş olan kampüste şiddetle yankılandı. Kedi kaçmıştır diye endişelendim, ama aksine donup kalmış bana bakıyordu.

    “Bakma öyle. Hiç mi silah arkadaşını vuran bir asker görmedin?” dedim ona. Doğal olarak tepki vermedi.

    Hasan’ı tam kalbinden vurmuştum.

    Yanına gidip bir bakacaktım ama bana bir kelime dahi söylemesini istemiyordum. Kıt olan mermilerimizden bir tane daha harcamak israftı, üstelik gürültü yapmak da mantıklı değildi. Yine de kaçmasın diye önce kediyi kucağıma aldım –meğer o kadar korkmuş ki ben dokununca sıçradı- ve Hasan’ın bir el de kafasına ateş ettim. Üzerinde “Dikkat et! Hasan seni öldürmeyi planlıyor” yazan nemli kağıdı buruşturup Hasan’ın cesedinin yanına attım. Elim sadece kana değil, mürekkebe de bulanmıştı.

    Sığınağa döndüm. Kimse bana bir şey sormadı ve ben de olanları sadece Leyla’ya anlattım. Leyla, Hasan ona duygularını açtığında hemen benle paylaşmadığından dolayı kendini suçladı. İlgisi olmadığına ikna edemedim.

    Ertesi gün alana yeniden gittim. Tahmin ettiğim gibi kedinin sülalesi de oralardaymış ve hepsini bir çırpıda getirdim. Kolay oldu çünkü Hasan’ın cesedine üşüşmüşlerdi. Zor oldu çünkü Hasan’ı orada öylece kedilere öğün olurken görmek üzücüydü.

    Bana daha sonra da hiçbir şey sorulmadı. Leyla olan biteni herkese en uygun şekilde anlatmıştı veya insanlar artık ölümü normalleştirmişti. Ya da insan artık bildiğimiz insan değildi. Bildiğimiz insan neydi ki? Ben bildiğim ben miydim mesela?

    Kedilere gelince… Doktorlar yaratıkların kedilere has bir mikroptan çekindikleri için önce onları katlettiklerini düşünüyorlar. Bir kedi çiftliği projesine başladılar. Bu projeyi destekleyenler de var, sınırlı yiyeceğimizi kedilerle paylaşmak istemeyenler de.

    Bu konudaki kendi fikrimin ne olduğunu bilmiyorum. Hasan olsa idi ona sorardım. Hasan’a, hislerine ve fikirlerine değer veriyordum. Hasan demek, “güven” demekti benim için.

    Ama aşk yaratıklardan da, eşkıyalardan da tehlikeliydi.

  • ÖYKÜ: MİNİBÜS KLONU

    ÖYKÜ: MİNİBÜS KLONU

    Bu hikaye Dünya’nın başından geçmiş büyük bir felaketin hikayesidir.

    Birbirini hiç tanımayan, birbirlerine yabancı olan iki kişi ya da iki gruptan birisi diğerine ceza verecek olsa bunu gerçekten yapabilir miydi?

    Aslında böyle bir durumda en iyi cezanın ne olduğunu anlamanın akılcı bir yolu yoktur ama bazen şans eseri iyi bir isabet de sağlanabilir. Bu isabeti sağlayabilmenin yolu da gerçekten neyin diğerlerine daha çok acı çektirdiğini anlamaktan geçer. Fakat ya “acı” kavramı da göreceli ise?

    İnsan ırkının Dünya’daki hakimiyetini bitirmek ve onları köleleştirmek isteyen uzayın çok uzak köşelerinden gelmiş, çok güçlü, kuvvetli, pek çok akıl almaz şeyleri kolayca gerçekleştirmeye muktedir bir medeniyetin kıymetli üyeleri, Ay’ın hemen arkasındaki büyük gemilerinde toplantılarını gerçekleştiriyorlardı.  Konsey, Dünya’dan henüz dönmüş uzmanlarının tavsiyelerini dinlemeye geçmişti. Amaçları en az enerjiyi sarf ederek en kesin sonucu almaktı. Bu yüzden Dünya’ya uzmanlar gönderip onlardan insanlığa verilecek en büyük cezanın ne olduğunu araştırmalarını istediler. Hiçbir insanı öldürmeyeceklerdi  ama onları tamamen felç edecekler, kendilerine yalvaracakları ve ne istiyorlarsa yaptırabilecekleri bir hâle getirecekler, kısacası süründüreceklerdi.

    En makûl çözüm en kısa boylu olan uzmandan geldi: Sonsuzluk Motoruyla İmâl Edilmiş Minibüs Replikaları.

    Uzman, konsey üyelerine hem bir gün önce tamamlamış olduğu yazılı raporu dağıttı hem de projesini sözlü olarak kısaca açıkladı: İnsan denilen tür motorlu taşıtlara bağımlıydı. Otomobil dedikleri şeye binmeden markete bile gitmiyorlardı.  Nasıl ki kendi türlerinin bir dolaşım sistemi ve bu dolaşım sisteminin ana unsuru olan damarları vardı –ki gariptir insanlarda da böyleydi bu dolaşım sistemi-, insanların şehir dedikleri yaşam alanlarının da damarları sokaklar ve yollardı. Kendi gemilerinin bilgi işlem sisteminde arada bir kablolardaki veri akışını kesen bir takım silikon canlı formları olduğu gibi, Dünya’da da bu madde akışını kesen minibüs denen başka tür bir araç formu bulunuyordu. Minibüsler caddeleri gürültüye boğan, trafiği darboğaza sokan mekanik bir araç, tabiri caizse bir damar tıkanıklığı kaynağıydı.

    Kısa bir sessizlikten sonra konsey üyelerinden birisi fikri öne süren uzmanın Dünya’nın sadece belirli bir bölgesinde gözlem yaptığı için bu cezanın gezegenin tamamını etkilemeyebileceği ihtimaline dikkat çekti. Fakat gözlemlerini ve projelerini henüz sunmamış olan diğer uzmanlar bile fikri o kadar beğenmişlerdi ki atıldılar: Kendi inceledikleri bölgelerde trafik o kadar düzgün akmakta, sokaklar ve caddeler o kadar sessizdi ki, bilakis diğer bölgeler için çok daha büyük bir ceza olabilirdi.

    Oylama yapıldı. Bir red, bir çekimser, beş kabul oyuyla cezanın uygulanmasına karar verildi. O dakika tek şeritli yolda sürekli korna çalarak ilerleyip her yirmi metrede bir duran ve pervasızca arkasında 4 km. 712 m. uzunluğunda kuyruk oluşturan bir İstanbul minibüsü numune olarak seçildi.

    Minibüs şöförü bir elini dışarı sarkıtıp diğer eliyle de vitesin ensesine bir tokat atmak suretiyle vites attığında saldırı başladı.

    Bir anda tüm caddeler birden bire ortaya çıkıveren, kornaları hariç (bu saldırıyı planlayan generalin küçük bir hilesiydi) birbirinin tıpkısı ve aynısı minibüslerle dolmaya başladı. Bir bakterinin bölünme hızıyla çoğalan minibüslerin tüm Dünya cadde ve sokaklarını doldurması sadece iki saat aldı. Uzaydan göründüğü kadarıyla köy yolları, patikalar ve megatonluk gemilerin güverteleri bile minibüslerle dolmuştu.

    Kimisi kornaya seri bir şekilde kısa kısa basıyordu: “Dı dı dı dı dı dı dııııt”.

    Kimisi bir Dünya sineması klasiği olan The Godfather adlı filmin müziğini çalıyordu: “Dı dı dı dıııı dı dıııı dı dııııı dı dıııııı dı dııııııııııı”.

    Kimisi ise sadece üç notadan müteşekkil bir tekrardan ibaretti fakat havalı kornaydı: “Ni na no ni na no ni na no”.

    Gündelik yaşam felce uğramıştı. İnsanlar otomobilleriyle hareket edemiyor, marketlere ürün gelmiyor, çöpçüler çöp toplayamıyor, okullarda gürültü nedeniyle ders işlenemiyor, teyzeler güne gidemiyorlardı. Seçilen minibüs numunesi yakıt olarak motorin yerine on numara yağ kullandığı için bir anda tüm Dünya cadde ve sokaklarından gökyüzüne siyah egsoz dumanı yükselmeye başlamış, sokaklar giderek nefes bile alınamaz bir yer haline gelmiş, bir koro halinde çalınan kornalar park halindeki diğer araçların alarmlarını çalıştıracak kuvveti sağlamış, caddelerin gürültüsü insanı çileden çıkaracak hale gelmişti.

    İlk intihar İsviçre’de yaşandı. İsviçre’de yaya geçitleri yüzünden zaten pek de ilerleyemeyen –ve kimisi 80 km/saat hızı göremediği için Beşyol Sanayii’nde “Abi bunun motoru hiç açılmamış” yorumları alacak olan- otomobillerin sahipleri son derece sebatlı davranabildiklerinden intihar vakası sanıldığı gibi sürücüler yakasında yaşanmadı. Sokaklardaki korna ve motor sesleri üç blok ötedeki müzik kursundan gelen rahatlatıcı piyano sesini kestiği için orta yaşlarını henüz geçmiş olan bir Filemenk kadını daha fazla dayanamadı ve intihar etti. Zincirleme bir etki yaratan bu intihar vakasıyla birlikte Avrupa’da intiharların ya da akıl sağlığını yitirme vakalarının önü alınamaz oldu. İskandinavya başta depresyon olmak üzere pek çok buhransı alanda liderliğe oturdu.

    İlk cinayet ise Türkiye’de yaşandı. İstanbul Anadolu yakasında bir otomobil sürücüsü arkasından kendisine sürekli korna çalan bir başka otomobil sürücüsüne “nereye gideyim arkadaş, önümdeki minibüs yürümüyor ki!” dedi. Arkadaki sinirli sürücü bu yanıtı mantıklı bulmadı ve öndeki aracın sahibine silah çekti. “Yiyosa vur” diyen öndeki aracın sürücüsünün gazıyla erkekliğine leke sürdürmemek gibi çok önemli bir gerekçeyle tetiği çekti. Olayın Minibüs Caddesi olarak anılan bir caddede gerçekleşmesi uzaylılarca “kaderin tuhaf bir cilvesi” olarak yorumlandı ve şanlı savaşlar tarihine bir ironi olarak kaydedildi.

    Saldırıya en dirençli ülke Pakistan’dı. Birincisi klon minibüsler caddede zaten kendilerine yer bulamadılar. İkincisi de insanlar trafikte bir anormallik olduğunu anlamadılar bile. Hayat o kadar değişmemiş, her zamanki seyrinde devam etmişti. Uzaylıya itiraz eden konsey üyesi Pakistan’ın durumu hakkında rapor hazırlamaya koyulmuştu. Sıradaki değerlendirme toplantısında kendisinin haklı olduğunu ortaya koyacaktı.

    İnsanlık ilk şoku atlatamamış, havalimanındaki özel uçaklarına hareket edemeyen Dünya liderleri daha toplanamamıştı ki mahallelerde patlak veren bir takım sivil direniş örgütleri kendi yöntemlerini geliştirmeye başladılar:

    İtalya’nın güney kentlerinde minibüslerin depolarına boru daldıran İtalyanlar onların yakıtlarını boşaltmayı başardılar. Bir süre sonra motor sesleri tamamen sustu ama geçici bir çözüm oldu bu. Saldırının cevval kumandanı olan uzaylı general durumu fark etti ve bölgeye takviye klon sevk ederek yenileriyle değiştirdi. İtalyanlar her nedense buna pek üzülmedi ve yakıtları aşırmaya devam ettiler.

    Hindistan’da bazı gruplar minibüslerin üzerine tırmanmak suretiyle onları göçertmeye başladılar. Türkiye’ye göre tasarlanan minibüslerin tavanları o kadar insanı kaldırabilecek mukavemete sahip olmadıklarından bu kadar kişinin tavanda seyahate kalkılmasına hiç dayanamadılar. Ne var ki bu çözüm de geçici oldu, zira uzaylılar şapkadan tavşan çıkarır gibi kuantum reaktörlerinden minibüs çıkarıyor, yeni bir minibüsü göçmüş olan eskileriyle değiştirmeleri çok fazla vakit almıyordu.

    ABD’de sivil örgütler değil, bizzat ordu “en iyi savunma saldırıdır” diyerek minibüsleri terörist ilan etti ve uzaylı medeniyetine demokrasi getirmeye karar verdi. Denemek amacıyla bir kasabayı nakliye helikopterleriyle komple tahliye edip üç adet F-22, dört adet F-35 ve bir adet de İnsansız Hava Aracı filosunu bölgeye yönlendirip her bir minibüsü keklik gibi avladılar ama uzaylılar kesinlikle onlardan daha hızlı ve güçlü olduğundan infilak eden minibüslerin yerine üstüste üç minibüs belirmesi karşısında bir şey yapamayacaklarını anladılar. Senato atom bombası kullanma seçeneği hakkında uzun sürecek bir tartışmaya girişmeye karar verdi.

    Bu halde iken bir hafta geçmişti. İnsanlık büyük bir çaresizlik içerisinde acı çekerken diğer yandan da duruma alışmaya çalışıyordu. Gündelik yaşamı bir kenara bırakın, biyolojik olarak elzem bir ihtiyaç olan uykuya hasretti herkes. “Davul çalsalar uyanmam” diyenler minibüs katili olmak üzereydi. Neyse ki sosyal medya vardı ki hâlâ biraz eğlenilebiliyordu: “En azından şu Godfather müziği olmasa…” yorumu 72 ayrı dilde Twitter’da hashtag olmuştu. İnstagramda #minibüsveben etiketi (ve diğer dillerdeki muadil etiketler) ile Minibüs selfie’leri çekilmeye başlanmıştı. Facebook’ta “İddiaya girerim Minibüsleri seven 1 milyon kişi bulabilirim” grubu ile “İddiaya girerim Minibüslerden nefret eden 1 milyon kişi bulabilirim” grubu arasındaki yarış, olan biteni tam da idrak edemeyen medya kuruluşları için iyi haber malzemesi haline gelmişti.

    Bu sırada havanın ne kadar kirlendiği, gürültünün psikolojileri ne kadar bozduğu, salınan sera gazlarının çok hızlı bir şekilde iklimi ne boyutta değiştireceği, bozulan sosyal düzenin yakın bir zamanda yağmalama ile başlayacak bir kırılmaya neden olacağı, pizza siparişi ile yaşayan ve yumurta kırmayı bile bilmeyen kalabalık bir öğrenci kitlesinin ölmek üzere olması gibi detaylarla uzaylılar daha çok ilgileniyorlardı…

    Manzarayı gören uzaylı konseyi kutlamalara şimdiden başlamış, ana gezegene zaferi müjdeleyen mesajlar geçmişlerdi. Masa başına geçip Dünya’yı paylaşmaya karar verdiklerinde ülke sınırlarını cetvelle çizmeye başlamışlardı. Minibüs fikrini öne süren uzman “buna en çok Türkler bozulacak” diye düşündü ama dile getirmedi. Laleli’de tanıştığı Ukraynalı Lena aklına geldi, biraz üzüldü.

    İşte efendiler, Dünya’nın hali böyle idi. Uzaylılar isteklerini dayatmak üzere saklanmış oldukları Ay’ın arkasından çıkmak ve Dünya’ya hareket etmek üzereydiler. Ancak uzaylıların sonlarını getirecek hamlenin nereden ve nasıl gelebileceğini kimse tahmin edemezdi…

    Bir haftadır olan bitenden hiçbir haberi olmayan, Dünya’yı kendi kapalı sosyal medya çevresinden takip eden –ve aslında bu yüzden takip edemeyen- genç bir kız, bir haftadır hasta olduğu için çıkmadığı yatağından kendini biraz daha iyi hissettiği için yenice çıkmıştı. Güzel bir duş aldıktan ve saçlarını fönledikten sonra en güzel giysilerini giydi. Sosyal medyadan arkadaşlarıyla Kadıköy’de buluşmak üzere sabahtan sözleşmişlerdi zaten. Hangi babetini giyeceğine ve hangi çantasını ona uyduracağına karar vermek için kapının önündeki ayna karşısında bir yirmi dakika daha vakit harcadıktan sonra merdivenlerden ağır ağır indi. Yaklaşık iki dakikalık yürüme mesafesini kat edip Minibüs Caddesi’ne ulaştıktan sonra arkadaşlarının da sabah belli belirsiz bahsettikleri trafik yoğunluğuna çok anlam veremedi, “offf, çok salaksın trafik” dedikten hemen sonra önünde kendisine sürekli korna çalıyor olan minibüse el kaldırdı.

    İşte ne olduysa o zaman oldu.

    El kaldırdığı minibüs ona doğru ani bir hareketle seğirtti. Derken onun önüne geçerek yolcuyu kapmak isteyen diğer minibüs de aynı hareketi yapmak isteyince iki minibüs birbirine girdi. Üçüncü bir minibüs de aynı hareketi yapmasın mı? Kısa bir süre sonra aşağı caddedekiler, diğer mahalledekiler, Boğaz Köprüsü’ndekiler, Avrupa yakasındakilar… Hepsi yolcuyu almak üzere harekete geçti. Minibüsler sahip oldukları madde formunu daha sonra fizikçilerin asla anlam veremeyecekleri tuhaf bir şekilde terk ederek tek bir noktaya yığılmaya başladılar. Afrika’dan, Avrupa’dan, Madagaskar’dan, Alaska’dan, Sibirya’dan, Arizona’dan, kimisi tepesinde karıyla buzuyla, kimisi tekerinde çölün kumuyla, kimisi bataklığın çamuruyla, kimisi aynasına yöresine adak olarak bağlanmış kumaş parçalarıyla sınırlı bir kütle çekim alanının hakim olduğu bir bölge yaratıp bir tekillik noktasında yekpare bir güç alanına dönüştüler. Çok kısa bir süre içerisinde tek bir alana sığışmaya çalışan minibüslerin yarattığı kütle kendi üzerine çöktü ve bir tür enerji koridoruyla bağlı oldukları uzay gemisini de kendi bünyelerine kattılar (Daha sonra olayı değerlendiren astronomlar o sırada uzay gemisinin Ay’ın arkasından çıkmış olmasının büyük bir şans olduğunu söyleyeceklerdi).

    Bir anda her şey sona erdi. Yollar boşaldı, sokaklar sessizliğe gömüldü, minibüslerin teker izleri bile silindi.

    Hindistan’da altlarındaki minibüsün aniden fırlaması sonucu yere düşüp kalçalarını kıranlar hastanelere koşarken, bazı İtalyanlar yıllar sonra zenginlik kaynağı asla kesin olarak bilinemeyecek olan yeni Don’un elini öptüler. ABD senatosunun atom bombası kullanma tartışması sona erdi –ama terör alarmının bir yirmi yıl daha sürdürülmesi gerektiğine karar verdiler- ve Ruslar da hazır ettikleri atom bombalarını geri cephaneliklerine koydular. Kahraman kızımız ise önce arkadaşlarını arayıp “az önce çok acayip bir kaza oldu ya, gelince anlatırım” dedikten sonra Kadıköy’e taksiyle gitti. Hareket edebilir hale gelen TOMA’lar ile Gezi Parkı halka kapatıldı.

    Uzaylıların sonunu getiren olayın Minibüs Caddesi olarak anılan bir caddede gerçekleşmesi tarihçilerce “kaderin tuhaf bir cilvesi” olarak yorumlandı ve Dünya tarihine tuhaf bir ironi olarak kaydedildi.