Kategori: GAYRİNİZAMİ NOTLAR

  • ÜZÜNTÜ OPTİMİZASYONU

    ÜZÜNTÜ OPTİMİZASYONU

    Ceru-2 adlı kapsül okyanusun dibine doğru ilerliyordu. Dibe indikçe pencereden görünen morluk siyaha kayıyordu giderek ve sıcaklık da ışıkla birlikte azalıyordu.

    “Çok soğudu” dedi adam. “Tahmin etmediğim kadar”.

    “Tedarikli gel demiştim” diye hatırlattı kadın. “Yabancı bir gezegenin okyanusunda, sıcaklık gradyanının ne olduğu konusunda fikrimiz yoktu”.

    “Demiştin evet; ama kapsülün de ağırlık limitleri var” dedi adam. “Bir optimizasyon gerekiyordu. Üşütme olasılığım ve ağırlık arasında; bir getir götür hesabı.”

    Kadın ikna olmadı. “Kapsülümüz bu sayede belki daha hafif olabilir… Ama üşüdüğün için üzülüyorum ben. Daha huzursuzum.”

    Yörüngedeki gemiden inerken, daha fazla ekipman alıp gelmişti, çünkü daha deneyimliydi adamdan. Adam yanıt vermedi, kadının samimiyetini ve sevgisini hissetti daha çok; optimizasyon formülünde bir parametreyi atladığını fark etti:  Onun üzüntüsü. O üzülüyordu ve bir çözüm gerekiyordu…

    Neyse ki o çözüm kendiliğinden beliriverdi. Kadın adama sarıldı, adam da ona. Üşümediler böylelikle.

    Adam, “…bahaneydi zaten” dedi. “Sen bana sarılasın diye…”

    ve penceredeki morun siyaha çalmasından daha az korku duydular.

     

  • ASLINDA HERKES ÖLÜR

    ASLINDA HERKES ÖLÜR

    “Gurbetten gelmişim yorgunum hancı,

    Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş…

    Aman karanlığı görmesin gözüm,

    Perdeleri ger yavaş yavaş…”

    http://www.youtube.com/watch?v=dYen40D2oNU

    Her şey, bir şeyi, her şeye benzetmesin. Bir şey, o bir şey olmalı ki, her şey bir ara o şey olup yeni bir her şey yaratmalı. Her şey bir şeyden başlamıyor, o bir şey her şeyi değiştirmiyor mu? Bıraksın her şey o zincirleri ve kurtulsun bir şeyler.

    “Böyle dertliyim, hasret çekerim,

    Yoktur huzurum, ağlar gezerim…”

    http://www.youtube.com/watch?v=4NfwywZW4A0

    Göllere bak. Nehirlere bak. Denizlere, okyanuslara… Suya bak. Damlaların birlikteliği, akışın örgütlülüğü, ufkun uzaklığı, dalganın tuzaklığı ve uçmanın yasaklığı, kaçmanın yasaklığı, ölmenin, kalmanın, kimi zaman susmanın kimi zaman konuşmanın yasaklığı ve bilhassa da o konuşmanın yasaklığı…

    “Tütünsüz, uykusuz kaldım,

    Geceler… Gecelerce…”

    http://www.youtube.com/watch?v=esRG93YfFm4

    Gök senin, gök benim, gök bizim, gök onların, gök kimin? Gündüz herkesin de ya gece kimin? Sen eminsin, ben eminim, biz eminiz, onlar emin, herkes gökten emin, herkes kökten dinci, üçüncü, beşinci, yedinci… Ya biz kaçıncı? Sana sancı, bana sancı, bize sancı, onlara yolcu.

    “Heyhat sabah, gün ışıldar”

    https://www.tevfikuyar.com/2014/blog/paylasim/kol-dugmeleri-orjinal-baris-manco-les-mistigris-1967.html

    Kimler göçtü ben de göçerim. Kimler doğdu, kimler öldü… Ben de doğdum ben de ölürüm. Kimler ölmedi? Ben yine ölürüm. Gündüz olsun ben yine ölürüm. Herkes ölür. Aslında herkes ölür. Ölmeyen görmedim ben.

  • Dünya Hamamı

    Dünya Hamamı

    Şu an hamamda gibiyim. Tek eksiğim peştamal…

    Hamamda en azından bunalınca soğuk suyu sürekli üzerinden boca eder, bir nebze olsun rahatlarsın. Kıyafetlerinle oturduğun bir bahçede onu da yapamıyorsun. Ümidin akşam olması oluyor: Akşam olsun, güneş insin. Hatta şu sıralar patlayıveren yağmurlardan var ya, o yağmurlardan gelsin. Yeri, göğü, çatıyı, denizi yıkasın…

    Çevreci olmayan insan değildir artık benim gözümde. Dolayısıyla ormanları tahrip eden, betonlaştıran, dereleri kurutan zihniyete onay veren herkes de acı geleceğin sorumlusudur. Sığınacağım gölgeyi yaratan ağacı, ağzımı dayayıp su içeceğim pınarı, içine girip serinleyeceğim denizi, üzerine uzanıp dinleneceğim çayırı yok eden alçaktır. Benim, çocuğumun, torunumun, eşimin, dostumun, komşumun sağlığından salimliğinden çalan hırsızdır. Sıhhatlerimizi banknotlara dönüştüren ya da dönüştürenlere onay verenler birer sorumsuzluk makinesidirler.

    Ve bilmezler ki bu piramidin üzerinde oturanlar, açlıktan ve yokluktan en son ölenler olma imtiyazını elde ederler sadece. Uzun vadede herkese vurur bu pervasız gidiş… Gölge azaldı mı, yiyecek bozuldu mu, su tükendi mi milletin isyanı hamasî söylemlerle bastırılmaz. Ki Ramazan ayında iftar ederken pek çok kez de söylersiniz: “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin” diye.

    O gün geldi mi inşaatlar da kimseyi kurtarmaz paşam: Beton yenmez, beton semirtmez, betonun kimseye hayrı olmayacak. Ana sütlerinden ağır metaller akarken az engelli doğan çocuklarımıza bayram edecek, iki kola iki bacağa sevineceğiz. İzole evlerine temiz hava merkezlerinden hava bastırıp suyu özel filtrelerden geçirenler utanmayacaklar.

    Bugün utanmayanlar, o zaman da utanmaz. Utanmak herkese verilmemiş bir meleke.

    Şimdilik peştamal dağıtabiliriz herkese.

  • ŞU KALPTEN ÖLMELER MATEMATİKTEN…

    ŞU KALPTEN ÖLMELER MATEMATİKTEN…

    Ebil dedem kalpten ölmüş. Ben de ona çekmişim.

    Hiç görmediğim dedemin adı gariptir biliyorum, pek alışıldık değil. Kendisi de garipmiş, ama “tuhaf” anlamında değil. Naif, sakin, olumlu ve gürültüsüz her şey… Öyle garip… Garibân gibi…

    Kalpten ölmek de iki türlü. Birincisi şu “eceliyle” denilen. Temiz, sade ve belli bir yaş geçilmişse kişiye yakıştırılabilen. İkincisi de ölmeye nereden başlandığını anlatıyor. Benimki kalpten başladı diye dedeme çekmişim, ama ben naif ya da sakin değilim ve hatta bir miktar tuhafım belki de. Bilemiyorum.

    Bu kalpten ölmelerin türlü sebebi vardır. Bir tanesi matematiğin bizzat kendisidir. Misâl; birine ziyadesiyle değer verdiğinizde ve bunu da gösterdiğinizde “elde var bir” sendromu yaratıyor olabiliriz. Öyle matematikteki gibi ama başka: Bu “nasılsa elde” olandan. Lakin yine de toplama işlemi yapılıyor: Önce dağılıyor her şey, sonra toparlanıyor. Sonra yeniden dağılıyor, sonra yeniden toparlanıyor. Sonra biri bakıyor ki dağılmasına rağmen hep de toparlanıyor, bir adım daha ilerlerken “elde var bir” diyor. Diğerinin sol basamağı ötekine ekleniyor.

    Şu kalpten ölmeyi tam anlatamadım bak… Dedim ya ölmeye nereden başlandığıyla ilgili, dedemin uğramadığı, benimse içinden geçtiğim ikinci akibet. “Elde var bir” toplamaları, insanda çıkarma işlemi yaratıyor. Duygular çıkarsa işin içinden buna kalpten ölme denir. Sağlaması yok, olsa da çok zor. “Elde var bir” çarpmaları ise bölünmeye neden oluyor. Kapılar çarparken varlığımız bölünüyor: Yüz gülüyor, ruh gülmüyor. Vücutlar sıcak ama bakışlar değil. Kulak dinliyor ama algılanan bir şey yok.  Ümitler minik parçalara bölündüğünden kaygan zemine karşı koyamıyor. Direnemiyor. Oluştururken kolay ümit… Ancak bir defa yiterse -ki çok sağlam pençeleri de vardır aslında- gelmez. Nazlı olduğundan değil, zamanın akışına ters olduğundan. Zira zaman ruhta değil, zaman ustadır. Zaman usta olduğundan us için açıktır ve vecizdir de:

    “Dün dündür, bugün bugün…”

    Velhasıl… Ebil dedem kalpten ölmüş. Ona çekmiş bendeniz.

    Zeki Müren’den şarkılar dinlediniz…

     

  • Karamsar Kötümser Körümser

    Karamsar Kötümser Körümser

    Havalar güzel. Güzel olması kötü. Çirkin bir şey kışın yaz yaşamak. Bugün çirkin olmasa da yarının çirkinliğini şimdiden iyi anlatıyor bizlere. “Gelecekten kimse haber veremez” yalan.

    Gayet de veriyor. Uzun yıllardır da verdi zaten; bilim insanları gayet de güzel anlattılar. Onları bir kenara bıraktım: Gelecekten haber veren bizzat geçmişin kendisidir: Anasaziler, Paskalya adalılar, Mayalar… Önce ağaçlarını yok ettiler, sonra kuşlar yok oldu ve hayvanlar da, onlar yok olunca yağmur zaten yok oldu, sonra hepsi yandı bitti kül oldu… Su nerde?

    “İnek içti!”

    Şimdi inek gibi içiyorlar memleketi. Tıpkı Mayalı krallar, Paskalyalı despotlar, Anasazili liderler gibi heykel dikme, anıt yaptırma, görkemli binalar inşa ettirme yarışına girdiler ve o sırada kalanlar da tıpkı mayalı, paskalyalı, anasazili halklar gibi bölündüler: “kraldan çok kralcılar” ve “açtan çok açlar” olarak.

    Ama ne kral olmak, ne kralcı olmak, ne aç olmak kaderleri değiştirir; örgütlü bir cehaletin, kararlı bir tahribatın, açgözlülüğün ve zulmün hüküm sürdüğü bir toprakta. Paskalyalılar yamyam oldu, Mayalar başka milletlerin hizmetine girdiler, Anasaziler toz oldular. Nihayetinde öldüler hepsi.

    Yine olacak. Tarih tekerrür edecek. Tarihin tekerrür etmesi tarihin bir özelliği değil, doğa kanunlarının kesinliğinden, insanın aptallığındandır.

    Unutulmasın diye demiştik daha önce:

    Ağaç ölürse herkes ölür!

  • KUYRUKLU YILDIZ

    KUYRUKLU YILDIZ

    Doğarken anlatmadılar. Anlatsalar anlamazdık. Hayatın özelliği hepimize sürpriz yapmış olması. Yavaş diye anlamıyoruz; uyanın! Kandırılmadık bile. Öylece sürpriz yaptılar ve sonradan öğrendik: Bir sürü kuralı varmış fiziğin. Bir sürü kralı varmış dünyanın, zalim hem de. Bir sürü yaralı bereli insan, ki anlamı yok, bir dram, bazen dua ve hep satılan uyku hapları.

    Neyse ki gökyüzü var ve bir tek onun tek yüzü var. Gece karanlık, ama yıldızlar orada öylece salınıyorlar bir kontrast yaratarak. Kimbilir ne var o kadar uzaklarda, küçük ve göze çarpmıyor. Belki çevresinde dünyalar, dünyalar ve dünyalar var. Bu dünyalarda mutlu mesut başka insanlar, insan gibi değiller ama onlar da insanlar var. Onlar da göğe bakıp bilmeden el sallıyorlar. Ama onların güneşleri daha tuhaf bence. Düşünün yalnız bir yıldız, olduğu yerde ne yapar öylece? Kimsenin yakından görmüşlüğü yok ve evrende sadece biz var isek, uzaktan görülmüşlüğü bile yok kimisinin. Hiç kimsenin bilmediği ve görmediği, okyanus ortasındaki bir kaya gibi. Üzerine kuş bile konmayan.

    Ve gariptir kimi zaman kuyruklu yıldızlar geliyor bilinmeyen yerlerden. Bir gelin gibi, eteklerini arkasından sürüyen, elleri çiçekli ve hızla tavaf ediyor şu bizim mavi gezegeni. Hikaye anlatmayan gezginler ne garip, zira seyyah dediğin konuşur, ki seyyah görmeye değil konuşmaya çıkmıştır başka yerlerin insanlarıyla. Oysa bunlar suspus, ve bir tür süs gibi gecenin ortasında bu kuyruklu yıldızlar ve meraklı çocukları heyecanlandırıyorlar. Olsun, çocuklar heyecanlansın zaten. Onlar kandırılmalarının ilk yıllarını yaşıyorlar ve hep bir şeyler aşıyorlar, üstelik onlara şimdilerde kin ve nefret aşılanırken –ve kimisi anlamayacak bile yaşlanırken-. Oysa farklı da olabilirdi, böyle varaklı, yaldızlı bir dünya da gayet mümkün, insanın ağzı köpüklenmezse. Köpeklenmez o zaman kapılar, kilitlenmez banka hesapları ve gökyüzüne uzanan binalar piramitlerin tekerrürü olmaz. Birbirinin tekrarı olmayan insanlarla mı daha güzel olurdu bilemedim şu “kentsel dönüşüm” ama aslında “hissel duruşum” olmalı faniler arasında: Zira bence insan hem mantıklı, hem de duygusal olabilir. Hisleri kalpte sanmak kalpsizliğe meşruiyet tanıyor. Kazımayın artık ağaçlara isimlerinizin baş harflerinizi, yumruğunuz kadar organınızı yumruğunuz kadar organınızla resmederek.

    Velhasıl, ne dense boş. Doğarken anlatmadılar. Anlatsalar anlamazdık. Hayatın özelliği hepimize sürpriz yapmış olması. Yavaş diye anlamıyoruz; uyanın! Kandırılmadık bile. Öylece sürpriz yaptılar ve sonradan öğrendik: Yağması varmış, talanı varmış. Hem kuyruklu yıldızı hem de kuyruklu yalanı varmış…

  • TEKERRÜR

    TEKERRÜR

    Gayrinizami bir harbin vazifesi belli olmayan neferleri, yorgun ve düşkünler nöbet icra etmekten.

    Görünen o ki kimi meydanda, kimiyse haberleşmeyi sağlamakta “baş belaları” üzerinden, amma ve lakin, hiçbir şeyini harcamıyorsa herkes dikkatini ve konsantrasyonunu harcıyor. Gördüğüm o ki kimse işini gücünü yapamıyor, gördüğüm o ki insanlar ümit ve ümitsizliğin girdabında yutuluyor, gördüğüm o ki kamu malının zararını aşıyor bu gizli destek ve gördüğüm o ki tek aşk memleket aslında.

    Meğer ne çok seviyormuş insanlar birbirlerini, meğer ne güzel insanlar varmış, —meğer ne çirkin insanlar varmış, meğer ne çok nefret ediyorlarmış bazıları bazılarından ve bazılarının arzularından—.

    Bu defa bir postal gemisine binip gelmesin özgürlük diye, ardına ekmek bırakanın da olmadığı sırlı yolun tuhaf sakinleri birbirlerinin hiç tutmadıkları ellerinden tutuyor,  dönüşüyor, muhakkak içinde bir şeyler biriktirmişler ve varsa bir faiz bu işin içinde o da bu birikmişliğin dışa vuran “bu daha başlangıç”ı. Kimse bu çocukların “mücadeleye devamını” görmedi daha belki de, çünkü mücadele iki rakibin önce birbirini tanıması, var sayması. Yok sayılıyor mucizeler, ki normaldir, her peygamberin başına gelir.

    Zamanında mahpuslukta karıştırılıp barıştırılanlar bu defa dört yanı açık yerlerde karışıp barışıyorlar, ki diyorlar “pis kokuyor”, ve o da olur bazı kimyasal reaksiyonlarda… Olsun. Dört duvar arasındaki barışıklık kader yoldaşlığıydı -zamanında-, şimdi kader birlikteliğine dönüşüyor ve yol biter öküz ölür, öküz ölür ortaklık bozulur, birliktelik başka bir şeydir, bozulsa da anısı kalır, anısı saygısını barındırır. Ne de olsa “acı” yiyip, “tatlı” konuşanlar, bak bu ezberi de bozuyorlar.

    Neyse ki evren tarihi de tekerrürden ibaret. Hani her şey bir zamanlar toz ve gaz bulutuymuş, bu buluttan evren, dünya, hayat ve insan doğmuş ya…

    Bu gaz bulutunun o gaz bulutundan farkı yoktur belki de.

     

  • KAT’İ TEMİNAT

    İç içe bükülüp kıvrılmış her şeyi bırakınca açılacak kabul ettim.

    Açılınca kırışık kalacak olmalarını da kabul ettim.

    Kırışık denen şeyin gölgeli halini de kabul ettim.

    Kırışık şeye bakınca, düz görmeyeceğim… Kabul ettim…

    Düz görmek için düşünmemek gerek ya, onu da kabul ettim.

    Düşünmemek için ölmek gerek, kabul ettim.

    Ölmek için kaybedecek bir şeyinin olmaması gerektiğini de kabul ettim.

    Kaybedecek bir şeyin kalmaması iki türlü: Ya hiçbir şeyin olmaz, ya da zaten her şey senindir. -Kayıplar da senindir- Bildim, anladım, kabul ettim.

    Her şeyin benim olmasını değil ama hiçbir şeyim olmamasını kabul ettim.

    Hiçbir şeyim olmamasını kabul ettim, ama beceremedim. İşte onu beceremedim.

    Tutulacak her yanı kazıklara bağlanmış bir at gibiyim ağzı köpüklü…

    Kıyıya ulaşmaya çalışırken dalga kırana çarpan bir deniz, üstü köpüklü…

    Sular kesilmiş gibi arınırken tam, her yanım köpüklü.

    Şu hayat, şu mânâ, şu gerçek denen şey hep bir köpüklü.

    Bir illet ki vücuda bulaşmış gibi, ağza bulaşmış gibi, suya bulaşmış gibi, kaygan, kaypak bir zehir.

    Bir zehir ki dermana bulaşmış gibi, mümkünü yok yaşamanın, mümkünü yok ölmenin, mümkünü yok doğmanın, kabul etmek ne mümkün?

    Bir kabul ki, her şeyi içine alır da bir türlü kaybetmeyi almaz, beceremez, bebeğe süt gerek, bebeğe sevgi,

    Bir bebek ki büyümez, büyüse ölmez, ölse dirilmez, dirilse yine kıyamet,

    Bir kıyamet ki insana bulaşmış, mümkünü yok günahın, mümkünü yok sevabın, mümkünü yok ölmenin, tartmak ne mümkün?

    Ne mümkün nezaket, ne mümkün hoyrat olmak, kontrolun nesi mümkün, nasıl mümkün onu elden bırakmak?

    Akıllı işi değil şu “mânâ aramak”,

    Akıllı işi değil sevmek, görmek, gitmek, yine sevmek, görülmek, gelinmek, gelin, damat, hayat, memat…

    Deli işi de değil hepsini bir kenara bırakmak.

    Siyahlar, beyazlar, beyazlar, yine siyahlar, beklemek, görmek, görülmek, gelin, damat, sabır, sebat…

    Akıllı işi değil seyahat, oradan oraya, ne sıla, ne gurbet.

    Mekânsızlık başka, imkânsızlık ona keza, bir kansızlık durumu bu, öyle çirkin, öyle menfî…

    Bu öylesine bir ölüm ki…

     

  • FİLDİŞİ KÖLELER

    [youtube http://www.youtube.com/watch?v=Ua2loiGHZ38&w=480&h=360]

     

    Sen ve ben, gelecekteki bir idealin bugün yaşayan köleleriyiz. Olmayanların ve belki de olmayacakların tutkusuyla yaşıyoruz. Öylesine, kafamızın içinde.

    Biz belki de uzak düşüncesinin yakındaki örnek bedeniyiz. Kafa ile beden çok ayrı yerlerde.

    Zamanın içine bir sığmamışlık var. Eğreti duruyor zaten aynadaki görüntümüz de kimi zaman. Deli deli adamların korkunç ruh halleri. O deli kadınların yüzündeki eskimişlik. Deli hayvanların salyaları.

    Ben artık dokunmak istiyorum evrenin kalanına, ama bireysel olarak aya bile gidemem. Ben artık küçük gemimle tüm gezegenleri ziyaret etmek istiyorum. Buna medeniyet imkan vermiyor. Medeniyet imkan verdiği gün bizden önce sömürü ve adi duygular gidecek zaten. O yüzden küçük, kimseden habersiz bir gemi lazım. Aç gözlerin görmediği bir koridordan uzaya sıvışmalı. İçinde düşünceler, duygular sevişmeli. Her yer uzay, her yer boşluk, her yer sonsuz.

    Evreni öğrenen birinin kendini hala özgür sanması ne kadar ironik. Oralarda, uzaklarda, kendi başına salınıp duran galaksileri gördükten sonra Dünya’nın bir hapishane olduğunu anlamak işten bile değil. Sırf insan olduğumuz için tıkılmışız ve yine insan olduğumuz için parmaklıklar yerine dünyalıklarla derdimiz.

    (Devamı gelecek…)

  • SENİNKİNİN VE BENİMKİNİN YALNIZLIKLARI

    Tamam. O gezegendesin. Anladık. O yıldızında yarattığın küçük salınımdan anladık.

    Sen de bu taraflarda bir yerlerde arıyorsun; senin de krallıklarının kalıntıları var. Beri yanı dökülmüş, kırılmış, yeni kral eskisinden kalanlara bakmıyor. Senin denizin gibisi var mı, senin toprağın gibisi? Bir merak var sende de almış başını gitmiş. Bizim uzay dediğimize başka bir şey diyorsunuz; muhtemel; ama yalnızlığın tıpkı bizimkisi gibi. Senin de çenenin altına koyacağın ellerin, seninde ellerinle tuttuğun çenenin üzerinde meraklı bir düş. Bir düş, anca senin dünyanı içeriyor, düşlerimin benimkileri içerdikleri gibi. Düşünde göremediklerine ayıkken zorlamayla koşuyorsun ve “gerçekten kopmak ne de zor” değil mi?

    Michael Whelan - Ephemeros.

    Anladık. O geçişlerinde gördüğümüz kara kum. O kara kum sizdeki rüzgarla uçar; bizim rüzgar hiç kaldırmaz zaten. Seninki farklı, benimki farklı. Bizimki farklı ve sizinki farklı. O gördüğün dağlar da ne kadar değişiyormuş meğer, yerin dibiyle birlikte? Şu sendeki iki güneşten ne ayarlar doğuyormuş, bizde bir iki su yükselirken.

    Pencerelerin var, pencerelerimiz gibi. Saksıda yetiştirdiğiniz bizde yok. Belki konuşur sizinki, bizimkiler dilsiz; ama konuştuğundan olsa gerek bir şey anlatmaz, bizdekiler pek çok şey anlatırken. Bunları hiçbir şeyden anlamadık. Benim düşündüklerim, benim sana ve seninkilere atfettiklerim.

    Buradan öyküler başka çıkar, biz öykünüzü gözleyerek bildik sanırız, ama sizden başka öyküler çıkar. Belki daha da kan dökersiniz, hala döküyorsunuzdur, belki sizde hiç duygu yoktur, belki hepiniz birer dişli, ya da hepiniz korkak, cani bir kralın düşünmeyen çiftçileri. Belki aşıp da gittiniz, size ait tüm kederleri. Buradan öyküler başka çıkar ve sizden başka öyküler çıkar. Siz de biz de tarih deriz adına, katipler ellerine alıp yazmaya başladığı anda.

    Yalnızlığının ihtimalini düşündüm. Belki herkes öldü senden başka, belki var olmadılar, sen de bir garipsin, öyle yalnız başına. Ama olmalı değil mi anası, babası, olmadı hatırası herkesin. Herkes deyince sizde de herkesi mi söylerler? Buralar hep genelleme… Belki bir nesil senden var, hep aynı, hepsi birbirinin tıpkısı ve aynısı, hepsinin elleri çenelerinin altında ve gökyüzüne bakıyorlar kurtarılmayı bekler halde. Kurtarılmak dediğin belki sade bizde, siz çoktan sevdiniz üzerinde yaşadığınız her şeyi. Küçük kardeşleriniz ve sizden olmayanlar var, aralarınızda turlar atıp çemberler çiziyorlar, hepsi kendi alemlerinde.

    Bir müziğiniz yoksa üzülürüm ben, hani üzülmem de “keşke olsaydı” der ve boyun bükerim. Ama bize ne? Biz yıldızınızdaki küçük salınımdan anladık sizleri. Her bir kaç günde bir geçiverdiniz, yıllar ne de kısa? Ne de çabuk geçiyor yıllar insanın yüzüne nakışlar işleye işleye ve her nakışın artığı bir tutam kır.

    Kır derken yeşildir buralar -yeşildi eskiden daha da fazla, daha önce- ve dumanımızdan da tanırsınız aslında; özgürce dolaşan bir şeyler varsa sizden karanlık boşluklarda.

    Tamam. Burada sıkışmışız. Anladık. Anladınız. O yıldızımızda yarattığımız küçük salınımlardan anladınız. Belki okudunuz bilemem, belki izlediniz hep, belki vapurlardan, simitlerden ve martılardan da haberiniz var.

    Belki tüm savaşları canlı izlediniz, belki savaşlar sizi izledi, siz bizden ileridesiniz ve biz hepimiz, bu evrenin sakinleri aynı acılardan geçerek ilerliyoruz yeni acılara ve savaşlara doğru; yeni riyakarlıklar eskinin erdemlerine hep baskın geliyor ve belki onlar da evrenin değişmeyen sakinleri zaten ve biz sadece bizleri canlı zannediyoruz.

    Belki senin yalnızlığın benim yalnızlığımdan haberdar. Arada hep ışık yılları…

    Ve de seninkinin yalnızlığı benimkinin yalnızlığından haberdar; bir gezegen kadar…

    (26-06-12)

  • Titreyen şehir manzaraları ve 4000 ışık yıllık yalnızlık

    Gecenin karanlığının örtemediği isyankar bir şeydi ışık. İsyanının enerjisi başka yüzleri de aydınlatır. Işık paylaşır, ışık dağılır, ışık titreyerek uzaklara varır.

    Yaşamak dendiğinde en kötüsü ne olacağını bilmediğin anlarda acı çekmek… Benzer şekilde heyecanlanmak, yine ne olacağını bilmediğinde. Bilinmezliğin karanlık bir yanı olduğu kadar olayı aydınlığı ne tutulası bir şey. Ama hislerle olabilecekler arasında kalmak çok daha farklı. Nereye baksan karanlık gördün mü sen hiç? Ben gördüm, ama karanlık olduğu için pek bir görünmezdi.

    Kainatın şiirlere sığmayacak kadar korkunç büyüklüğü içerisinde yine de bir ışık var. Bir yerlerde öylesine dolaşan bir gezegen de var, biliyorum. O gezegende de şehir manzarasının titreyen ışığına bakıp içlenen birisi olmalıydı. İçlenenler her zaman olur. Her gezegende. Üzüntünün neyden miras olduğunu anlamak mümkün değil. Bir yerlerden bunu yapabilmek dikte ettirilmiş gibi. Oysa ne gereksiz… Varlığı sadece mutlu olmanın ve sevinmenin zıttı olabilsin diye midir bilinmez. Zıtlıklarla var olmak zorunda olmak belki en büyük yanlışıdır yaşamın ve doğruları olabilmesi için yanlışları da olması gerekliliği karşısında kendiliğinden yıkılır bu tez.

    Ne yazacağını bilmemek de iyidir. Onu yazarken yorgunluktan esnemek de. İçinde bir şeyler birikince dökmelisindir, esnesen de, esnemesen de. Farkındalık için uyumanın ve dikkatsizliğin bir bedel olarak ödenmesi gerekir. Yoksa acı ile haczederler. Hem akıllı hem de farkında olmanın tarifsiz acıları vardır. Bu doğanın en masum promosyonudur ve birini alırken diğerini hediye almak zorundasındır.

    Ve bir şekilde son vermek. Yürümeyen şey durmalı, durmayan şey serbest bırakılmalı. Newton’a hareket yasalarını keşfetme şansı tanınmamalı. Toplar Einstein’a verilmeli ve o ışığı, zamanı insanlar için tanımlayıp durmalı. Einstein falcı olsun hatta ve zar atsın. Nietzche’ye de tüm elde edemediklerini verin, yazmaktan vazgeçip bir kenara çekilecektir ve hayatın karmaşasına belki daha iyimser yaklaşacaktır.

    Ama bir şekilde aklımdan çıkıp gitsinler. Işık olup titreyerek uzaklara varsınlar.

    Bak ben o gezegeni düşünüyorum ama aramızda nereden baksan 4000’dan fazla ışık yılı var. Yıldızlar belki daha yakın olmalılar ve biz de el sallayabilmeliyiz kainattaki diğer kardeşliklerimize.

    Keşke bir yol verebilsem şu gayrinizami düşüncelerime…

  • Anlatı: Karıncalanma

    Daha önce yazmış olduğumu tamamen unuttuğum çok kısa bir anlatıyı paylaşıyorum sizlerle:

    Dallarında bir karıncalanma vardı. Mevsim kış olduğuna göre gerçek karıncalar da olamazdı. Yaprağını dökmediğinden bu yanaydı bu tip sıkıntılar. Aykırı davranmıştı; ne ayıp!

    Köklerindeki ağrıya hiçbir solucan çare bulamamıştı. Bilge bir baykuş köklerinin bir mezara değmiş olabileceğinden bahsetmişti. Ölüler sevmezdi alanını işgal edenleri… Baykuş korkutmuştu kendini ama kaçacak yeri de yoktu zaten. Çoktan uzanmış olan köklerini hareket ettiremezdi toprak içinde de. Bir erozyondu ihtiyaç duyduğu, kendini toprağın dibinden söküverecek bir fırtına ya da.

    Kovuğunda sakladığı bir fotoğrafın varlığını hissetmeye çalıştı. Geçen yıl koymuştu bir genç, yasak bir aşka aitti kuvvetle muhtemel. Gizli gizli seviştikleri de olmuştu. Sevişmeler kesildi. Fotoğraf buraya kondu. Neyden kaçırılıyorsa artık.

    Kuruyan bir yaprağını düşürmeye çalıştı. Olmayınca olmuyor, hareket edilemiyordu. Ağaç olup beklemekti doğası: bunu kıramıyordu.

    Oysa bir fırtına esse şimdi… Kendisini yere kadar eğen. Gerinen insanların kemik çıtırtıları gibi çıkarken o sesler, bir kaç dalı yeri öpüverseydi. Bir yangına bile razıydı, kendisi gibi olanların en büyük fobisi olmasına rağmen.

    Yandığına kim sevinecekti başka?
    Öldüğüne kim üzülecekti gitse?

    Bulutları görmeye çalıştı: yağmurun habercileri. Gün boyu durup seyrettiğiniz bir şeyden edindiğin ampirik bilgilerle uzman oluyordun böyle. Bulutların altı kara ise yağmur. Benzerse kuş tüyüne fırtına. Çok hızlı ise hareketleri bir şeyler olacak demekti. Hiç bulut yoksa yaz, hiç güneş yoksa kış idi.

    Ama karıncalar… Kış olmasına rağmen geziyor gibiydi dallarında. Bak fotoğrafa doğru uzandı şimdi o rahatsız falanca…

    Tüm ağaçların bilgeliğinin verildiği gün ona gösterilen görüntüyü gördü: önce balta, sonra makina. Terliyordu yaprak dökerek. Korktu yine. Kökü bir ölüye değdi belki de.

    “Yürüyebildeydik keşke…”