Etiket: Sosyal Medya

  • SIK KULLANILAN SAFSATA: Peki şunun hakkındacılık…

    Geçtiğimiz günlerde Twitter’da çok basit bir soru sordum. Esasında bir bilgi sorusu değildi… Kendi hafızamın zayıflığı karşısında, Twitter ahalisine yönelttiği bir yardım talebiydi.

    https://twitter.com/tevfik_uyar/status/713873966956294145

    Bu sorunun yanıtını bulmakta gerçekten de zorlandık. Son saniye basketleri, futbol başarıları gibi, toplumsal birlikteliğimize katkıda bulunmayan anlık sevinçler dışında, dişe dokunur tek aday Aziz Sancar’ın nobel ödülü almasıydı ki, ödül aldıktan sonra Aziz Sancar’ın bir çok kesim tarafından ayrı ayrı lince tabi tutulması sevincimizi kursağımızda bıraktı.

    Sevinç, derin ve kalıcı bir duygu değildir; ama üzüntü öyledir. Peki ortak olarak neye üzüldük? Bu konuda bir yanıt geldi mi dersiniz? HAYIR! Maalesef… Patlayan bombaları bile, bombayı kimin patlattığına, ölenlerin kim olduğuna göre değerlendiren çeşitli kesimlerden müteşekkil bir toplum haline gelmişiz meğer. Özgecan’ın başına gelen tecavüz ve cinayet vahşetini dahi, kendi ahlâkî değerlerine uymadığı gerekçesiyle (ya da sözde iddiasıyla) kimi kesimler “müstahak” gördü.  Çocuk istismarı konusu dahi bu ayrışmadan nasibini aldı.

    Görünen o ki hiçbir konuda kesin ve net değerlerimiz yok: FİİLİ FAİLE GÖRE DEĞERLENDİRİYORUZ! Daha açığı: İnsanlar bir fiil hakkındaki tepkilerini faillerin kim olduklarına göre ayarlıyorlar. Hatta ve hatta, daha da vahimi “Bu olaya X’ler üzüldüğüne / sevindiğine göre demek ki bu iyidir / kötüdür” tarzında bir yaklaşım bile sözkonusu. Hiç utanmadan bir olay hakkındaki yargısını buna göre oluşturduğunu açıkça beyan eden var, matah bir şeymiş gibi.

    Bu tabloya biraz dikkatli bakan bir insan, artık Türkiye’nin birbirinden nefret eden ama bir şekilde bir arada yaşamak zorunda kalan, hayatları, kültürleri, dünya görüşleri birbirinden ziyadesiyle farklı -ya da aynı olsa dahi münferit olaylar için farklılaşan- çeşitli gruplardan meydana gelmiş olduğunu görebilir. Kutuplaşma o kadar belirginleşmiş ki, gruplar birbirleriyle aynı coğrafyayı, mahalleyi ve hâttâ havayı paylaşmak istemez hale gelmiş görünüyorlar.

    cemresoysalSık kullanılan safsata: “Whataboutism”

    Uzunca bir süredir bu vahim durumu, grupların sosyal medya üzerindeki atışmaları aracılığıyla izleyip analiz etmeye çalışıyorum. Safsatalar, bu kutuplaşmada, insanların birbirlerinden nefret etmelerini kolaylaştırıcı bir rol oynuyor: Çünkü karşı tarafın “kötü” olduğuna dair mesnetsiz bir gerekçe / bahane veriyor zihne… Ve akıllarımız, özellikle eğitilmedikleri zaman, eksiksiz değil, tutarlı bilgiyi doğru kabûl ederler. Aşağıda örneğini vereceğim safsatalar, “düşünme tembelliği” içerisinde bulunan zihne “tutarlı” geliverir.

    Ve işte, bir X hadisesine tepki verdiğinizde, ya da bu hadiseyi kınadığınızda veyahut X için eylem yaptığınızda yöneltilen, hepinize tanıdık gelecek o safsata türünün örnekleri (Bağlantılara tıklayın… Görüklerinize şaşırabilirsiniz.):

    Whataboutism, kaynaklarda bir safsata olarak değil, Sovyet propaganda tekniği olarak geçiyor. Türkçesi yok; bu yazı vesilesiyle “Peki şunun hakkındacılık” diye önermiş olayım. Benim safsata olarak anmamın nedeni, bu tür argümanların şu aşağıdakilerin en az ikisini içermesi:

    1. X ile Y’nin birlike savunulamayacağını / kınanamayacağını,
    2. Kişinin Y’yi savunduğu için X’i savunmayacak kadar ikilik içerisinde olduğunu
    3. Kişinin bunu siyaseten yaptığını ve “gizli niyetleri” olduğunu (Bir başka safsata olan “Ad Hominem” saldırısını içermesi)
    4. Kişiyi her konuda eşit düzeyde tepki vermekle mükellef kılması

    Mesela soldaki örnek… Yanıtı yazan şahsiyet, tecavüzle ilgilenen şahsın, şehit çocuklarıyla ilgilenmediği, tecavüze karşı olduğu ama askerlerin çatışmalarda ölmesine karşı olmadığı, kullandığı “zahmet olmazsa…” türünden imalı sözlere bakılırsa da, Cemre Sosyal’ın bunu siyaseten veya tutarsızca gerçekleştirdiği varsayımları içeriyor. Tecavüze uğramış çocukla ilgilenmenin ve çocuk istismarına karşı çıkmanın önşartı, şehit çocuklarıyla ilgilenmek değildir. Bu tweet, akılcı bir sorgulama değil, nefret içerikli bir saldırıdır.

    Dördüncü maddeye özellikle dikkat çekmek istiyorum: Kimse her konuda tepki vermekle mükellef değildir. Aşağıdaki video, bu ön kabûlü iyi anlatıyor ve yıllardır hemen her konuda (Neşet Ertaş’ın vefatına üzülenlere bile) yöneltilen klasik soruyu içeriyor: “Şehitlere niye tepki vermediniz?”

    https://www.youtube.com/watch?v=0jx8tJbpMNU

     

    Bu eyleme katılan kızların şehitler için de eylem yapıp yapmadıklarını bilmiyoruz; belki yaptılar. Belki kendilerine tekme atan, bağıran, söylenenlerden daha fazlasını yaptılar. Ancak yapmamış olsalar dahi, kadınlar gününde böyle bir eylem yapmasına engel değildir; zira kadına şiddet eylemine katılmanın ön şartı, şehitlere tepki vermek değildir. İki konu birbiriyle ilgisiz olduğu gibi, ilgili olması da bir şey değiştirmez. Üstelik “toplumsal konulara tepki veren grup” şeklinde tanımlanmış bir grup yoktur. Orada o kızlar eylem yaparken, bir kenarda da siz eylem yapabilirsiniz. Hatta her gün eylem yapabilir, imza toplayabilir, destek masaları kurabilirsiniz. Buna engel olan nedir? Yoksa ortaya “birilerinin bir konuda tepki verme niyeti varsa o da benim istediğim konuda olmalı” gibi bir hastalıklı düşünceye varır ucu.

    Her tutarlılık arayışı safsata değildir.

    Bunları yazdıktan sonra şöyle bir çekince de koymam gerekir: Her tutarlılık arayışı safsata değildir. Mesela aynı konuda farklı fikirler beyan edenlerde tutarlılık arayışı bir safsata teşkil etmeyecektir (mesela bombayı kimin patlattığına göre ağız değiştirenler veyahut liderlerinin ifadelerine göre söylediklerinden hızla çark edenler) . Konular yukarıdaki örnekte olduğu gibi birbiriyle ilgisiz konular olmadığı gibi, birbiriyle zıt ve mantıken çelişkili iki açık beyan söz konusu olabilir.

    Ancak her durumda nazik olmayı elden bırakmamak da kanımca önemlidir (ben de bazen zıvanadan çıksam da). “O batmadı da bu mu battı”, “Zahmet olmazsa”, “O zaman neredeydiniz?” gibi ifadeler yazılanı bir saldırıya dönüştürür. Çelişki olduğunu düşündüğünüz bir noktada “sizce bu bir çelişki değil mi?” gibi bir soru daha uygun. En azından gerçekten kendi fikirlerini beyan edenler için söylüyorum. Tek bir merkezden çıkmış mesajları iletenleri değil.

     

     

  • SEÇMEN DAVRANIŞLARI ÜZERİNE NOTLAR

    SEÇMEN DAVRANIŞLARI ÜZERİNE NOTLAR

    Seçim otobüslerinin yarattığı gürültü kirliliği malumdur. Mitingler için kapanan yolların yarattığı sıkıntı da öyle. Bu kirlilik ve sıkıntılara maruz kalan bir insan olarak “Acaba seçim otobüslerinin, mitinglerin gerçekten de seçmen davranışı üzerinde bir etkisi oluyor mu” diye günlerdir düşünüyor, düşüncelerimi organize etmek için de bir yazı yazmaya niyetleniyordum. Ve nihayet bugün Dr. Emre Erdoğan’ın kaleme aldığı, İlker Küçükparlak’ın paylaşımı sayesinde gördüğüm “Seçmen Aşka Gelirse” adlı yazı bendeki tetiği çekti.

    Öncelikle fikrimi söyleyeyim: Mitingler iletişim olanaklarının arttığı çağımızda bir bilgilendirme aracı olarak eskisi kadar değil; fakat bir gövde gösterisi olarak önemini koruyor. Zaten böyle olduğu için de partiler mitinglerinin ne kadar kalabalık olduğunun fotoğrafını paylaşıyorlar ve kendilerinin ne kadar kalabalık bir kitle tarafından onandığını -kimi zaman photoshop kazaları yapacak şekilde hatta- ortaya koymaya çalışıyorlar. Öte yandan yine siyasi söylemlere sıklıkla giren, “X şahsı Y şehrinden öteye gitmez, gidemez!” tarzı iddialardan anlayacağımız üzere, mitingler bir partinin bölgeye önem verme derecesinin bir göstergesi olarak algılanıyor veya sunuluyor. Bilgilendirme aracı olarak da, sadece TRT’nin izlendiği Anadolu bölgelerinde en azından muhalefetin derdini anlatmasına yarıyor olabilir, fakat seçmen davranışını ne derece değiştirdiği soru işaretidir. Zira Türkiye’de araştırma şirketleri genelde partilerin tahmini oy oranlarını ölçüyorlar. Kararsız seçmenleri de anca “dağıtıyorlar”. Kararsız seçmene “peki hangi partiler arasında kararsızsınız?” ve “ne olursa kararınız kesinleşir?” gibi sorular yöneltilmiyor.

    Seçmen davranışlarını analiz eden pek çok siyasal bilimler araştırması var elbet. Ben bu yazıda bir miktar “tüketici davranışları” ile ilişki kurmak istiyorum. Bunu yaparken dayanacağım bir kuramsal zemin de mevcut: Siyasi partiler, “ülkeyi yönetmek için bir süre yetki vermemiz” dışında, kâr amacı olmayan örgütler gibidirler. Yani dernekler ve vakıflardan pek çok açıdan farkları yoktur. Nasıl ki bir işletme size ürün ve hizmetlerini verir ve sizden paranızı isterse, dernekler de size amaç ve dava vererek zamanınızı ve emeğini ister. Aynı mantığı siyasi partilere uygularsak; size dava sunarlar, sizden oyunuzu, yakınlarınıza propaganda yapmanızı, -eğer üye olacaksanız da zamanınızı ve emeğinizi- isterler. Dolayısıyla satın alma davranışı ile oy verme davranışı arasında paralellik kurmamız mümkündür.

    Tüketici davranışları “sınırlı rasyonellik” içerir. Herbert Simon’un 1950’lerin sonunda iktisat alanına kazandırdığı bu kavrama göre “Tüketiciler karar verirken tam olarak bilgi sahibi değildirler. Sınırlı bilgiye dayanan sınırlı bir rasyonellikle hareket ederler”. Zatenbizler ilk başta büyük ümitlerle satın aldığımız ürün ve hizmetlerin daha sonra beklentilerimizi karşılamadıkları zaman, aslında alırken aslında her özelliğine dikkat etmediğimiz ya da ihtiyaçlarımızı iyi belirleyemediğimizi anlayarak bunu tecrübe ederiz. Emre Erdoğan da bu durumu oy verme davranışıyla ilgili olarak şu cümlelerle ifade ediyor:

    Seçmenimiz bütün parti programlarından, o programların kendisine ne kazandırıp ne kaybettireceğinden ya da kendi çıkarının ne olduğundan emin olacak ve bu hesaplamaları salim kafayla gerçekleştirebilecek bir makine değil ne yazık ki… …Duygusal seçmenimiz yarışan partileri, siyasetçileri, vaatleri ya da programları karşılaştırmaz; sadece hislerini dinler ve kalbinin attığı yönde oy kullanır. Seçmenimiz kararını uzun süreli değerlendirmeler sonucunda değil, saniyenin binde biri kadar bir sürede verir. Yapılan bazı çalışmalar, seçmenin diğer bütün faktörleri unutarak sadece adaylar arasından kendisine “yetkin” gözükeni tercih ettiğini gösteriyor..

    Erdoğan, seçmen davranışında kimliğin ve duyguların daha belirleyici olduğunu söylüyor. Bu doğrudur; nitekim saha araştırmaları da bunu kanıtlıyor. Öte yandan siyasi kimliği neyin oluşturduğu ve siyasal katılıma etki eden duyguların hangi duygular olduğu sorusu geliyor gündeme. Erdoğan kimlik hakkında şunları söylüyor:

    Kimliklerin nasıl oluştuğuna baktığımızda, öncelikle ailenin daha sonra da okulun önde gelen belirleyiciler olduğunu görüyoruz. ABD gibi ülkelerde üç nesildir Demokrat ya da Cumhuriyetçi bulmak mümkün de, ülkemiz gibi demokrasinin sık sık kesintiye uğradığı ülkelerde parti kimliğinin aileden miras alınması imkânsız. O zaman, diğer kimlikler devreye girmekte ve seçmenler ailelerinden miras almamış olsalar da, kendilerine yakın hissettikleri partilere yönelmekte.

    Bu ifadenin ilk yarısına katılmıyorum. 1970’lerden itibaren gelişmiş ülkelerde egemen olmaya başlayan “yeni toplumsal hareketler” de, 1970’lerden önce var olan “sınıf temelli kimlikler” de Türkiye’de kendine yer bulmuş değildir. Bu yüzden aksine Türkiye’de kimliklerin oluşmasında aile -ve yakın çevre- epey etkindir. Demokrasi sıklıkla kesintiye uğrasa da Türkiye’deki kimlikler genelde aile içinde sürekli yeniden üretilir. Bu yüzden aslında partiler değişse de “Muhafazakar”, “Atatürkçü” gibi, cumhuriyet sonrası alt ideolojilerin mecliste temsil edilme oranı kolay kolay değişmez. Üstelik bu süreklilik siyasi partilerce de somutlaştırılır: Örneğin AKP kendisini Adnan Menderes ve Turgut Özal’ın devamı olarak gösterirken CHP de köklerinin Atatürk ve İsmet İnönü’ye bağlı olduğunu vurgular.

    Geçmiş seçimlere bakıldığında aileyle, köklerle ve yakın çevre etkisiyle üretilen bu kimlik Türkiye’de sadece “eğitimle” veya “ticari ilişkilerle”, oy verme davranışıysa kimlikten bağımsız olarak “tepki vermek amacıyla” değişiyor gibi görünüyor. Kimliğin eğitimle değişmesinin nedeni sınırlı rasyonellikten rasyonelliğe geçiş, ticari ilişkilerle değişmesinin nedeni de Türkiye’de iktidarların refahı kendi destekçilerine yayma eğiliminden kaynaklanması, iş dünyasının siyasi konjonktürü fırsata çevirme arzusu (gündelik dilde “rüzgar nereden eserse…) diyebiliriz. O halde tüketici davranışları üzerinden analizimize devam edersek, küçük bir kitle dışında, Türkiye’deki genel seçmen davranışının hala büyük ölçüde “Siz hala annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz?” sloganıyla vurgulanabilecek düzeyde olduğunu söylemek yanlış olmaz. Annenizin margarinini kullanma nedeniniz, annenizden başka bilgi kaynağına başvurmamanız ve onun tecrübelerine güvenmeniz demektir. Siyasal katılımda da böyle olmasının nedenleri basittir aslında: DESAM 2014 raporuna göre AB ülkelerinde kitap okuma oranları %21 iken Türkiye’de 0,01. Türkiye halkı altı saatini TV’ye, üç saatini internete ayırıyor. Basın İlan Kurumu’nun araştırmasına göre Almanya’da gazete okuma oranı %62 iken Türkiye’de sadece %8. Görünen o ki annemizin margarininden başka margarine yönelme durumu zaten yok, çünkü başka margarinin nitelikleri hakkında bilgi alınmadığı gibi alınsa dahi bunu değerlendirecek “rasyonellik” oluşmuyor.

    Elbette bu fikre internetin de iyi bir bilgi kaynağı olduğu gerekçesiyle itiraz edilebilir. Fakat internet iyi bir bilgi kaynağı olduğu kadar kötü bir bilgi kaynağıdır da. Bireysel yayıncılar dünyasına dönüşen internette bilgi üretimi üzerinde denetim olmadığından “sınırlı rasyonellik” sahibi olup, daha fazla rasyonel olmaya çalışmayan insanlar hem internete taşınan siyasal gazetelerin hem de bireysel yayıncıların propagandasına çok açıktırlar. Üstelik internetin seçmen davranışını değiştirmek bir yana, insanları görüşlerinde daha da şahinleştirmesi muhtemeldir (Açık Bilim’de yazdığım “Sosyal Medya Şahinleştiriyor mu?” adlı yazımda bu hususu irdelemiştim).

    O halde Türkiye’de insanlar ailelerinden aldıkları kimlik her neyse onu sürekli sürdürecek, dolayısıyla da seçimlerden hep aynı ortalama sonuçlar mı alınacak? Kısmen evet, kısmen hayır.

    Evet; zaten öyle de oluyor. Tarih pek az şeyi değiştiriyor. AKP’nin başarısı temsil ettiği ideolojide güçlü bir alternatif olmamasından ileri geliyor (Eskiden merkez sağın yönelebileceği alternatiflerin sayısı fazlaydı. AKP ise rakipsiz.)

    Hayır, çünkü bilgi kaynakları sınırlı, rasyonelliği sınırlı bir seçmen kitlesi sözkonusu olsa bile yaptığı seçimin sonuçlarını ekonomik durumun değişmesiyle rasyonalize ederler. Sıklıkla dile getirildiği üzere, Türkiye’de ekonominin seçim sonuçlarını belirleme potansiyeli bulunuyor. Zaten tarihte Türk seçmeninin “tepki oyu” verdiğine şahit olunmuştur. Erdoğan da ekonomi ile seçmen davranışı arasındaki geçmiş verileri şu cümlelerle ifade ediyor:

    Ekonomik oy verme kuramı, seçmenin en azından bir önceki iktidarı cezalandırmakta elini sakınmadığını gösteriyordu. AK Parti’nin büyük ölçekte küresel şartların da yardımıyla başarıyla yönettiği ekonomik büyüme 2007 seçimlerinde de bu kez seçmenin yaşam koşullarını iyileştiren iktidarı ödüllendirmekte bonkör olduğunu ortaya koydu…

    Öte yandan Erdoğan, 2011 seçimlerinde kötü olan ekonomik durumun seçimlere etki etmediğini, seçmenin bilinmeyen etkilerle hareket ettiğini, bunda da muhtemelen parti sempatisinin etkili olduğunu da söylüyor. Bir noktaya itirazda bulunabilirim: 2011’de göstergeler ülkedeki ekonomik krizi işaret etmeye başlasa da bunun sokağa yansıması sözkonusu değildi. Başından beri söylediğimiz üzere, rakamlar ve rakamların gösterdiği gelecek seçmenin ilgilendiği veriler değildir; bu konuya deneyimsel yaklaşır.

    Ancak şu noktaya da katılırım ki, seçmenin ekonomik durumu bozulsa da parti sempatisi algıyı değiştirebilir. Karizmatik otoriteye* fazlasıyla prim veren, demokrasiyle ilgili algısı sadece sandıkla ilgili olan genel seçmen profili, daha iyi hatip olan, yetkeyi daha fazla kullanan liderlerden etkilenir. Algı sempati duyulan nesneye ya da şahsa torpil geçer. Karizmatik otorite etkisi altındayken olumsuzlukları karizmatik lidere değil, şansa, kadere, duruma, sahici olmayan dış mihraklara bağlamak mümkündür. Örneğin gezi olaylarında borsadaki düşüş ve dolardaki yükseliş nedeniyle tepki verenler, Tayyip Erdoğan ve Merkez Bankası arasındaki tartışmanın benzer ekonomik olumsuzlukları hakkında aynı yorumu yapmaktan kaçınırlar.

    Bu durumu tüketici davranışıyla ilişkilendirirsek, aldığınız ve almaktan övünç duyduğunuz ve başkalarına da övdüğünüz bir ürün kötü çıkıyorsa, bu ürüne yaptığınız yatırımın kötü bir ürün olduğunu kolay kolay kabul etmek istemezsiniz. Tutarlı gözükmek için özellikle de başkalarının gözü önündeyken hâlâ o margarini satın almaya devam etmelisiniz. Bir de kötü sonuçlar için suçlayabileceğiniz başka bir faktör de varsa, “bilişsel tutarlılık” ilkesi yerine gelir, ve yanlış yaptığınızı itiraf etmek yerine suçu diğer faktörlere kolaylıkla yüklersiniz. Türkiye’deki mevcut iktidarın ideolojik söylemleri destekçileri için yeteri kadar faktör sunabiliyor: Türkiye’nin kıskanılması, Türkiye’nin engellenmeye çalışılması vb. iddialar Türkiye’yi yeniden bölgesel bir lidere dönüştürme, “ecdanın şanlı durumunu yeniden üretme” iddiasındaki bir parti ve onun ideolojisiyle uyumludur.

    Zaten belki de bu yüzden ana muhalefetin sadece iktidarı eleştiren bir söylemi bırakıp, hem ekonomik olarak sıkıntı çekmeye başlayan kitlede cazibe yaratacak, hem de “Kıskanılacak bir Büyük Türkiye” hedefine yönelik  projeler üretmesi, özellikle kararsız seçmenler üzerinde eskisinden daha etkili oldu.

     

    Sonuç

    Sanırım mevcut ekonomik sıkıntılar başka faktörlere yüklenebilecek kadar hafif olmakla birlikte “geçici bir durum” olarak algılanıyor. Siyasal kimliğini ailede edinen, sınırlı rasyonelliğe sahip Türk seçmeninin margarinini değiştirmesi için içinden fare kuyruğu çıkması kadar ciddi bir olumsuzlukla karşılaşması gerekiyor gibi görünüyor.

    Bu yüzden beklentimi soracak olursanız, ekonomik kriz derinleşmedikçe Türkiye’deki alt ideolojilerin kemik destekçilerinde bir oy kayması olmayacak, en azından bu seçimde resimdeki olası bir büyük değişimi kararsızlar yaratacaktır. Bildiğiniz üzere bu değişim de şu günlerde %10 seçim barajı ve HDP dolayısıyla “A ile B berabere kalır, C de iki farklı galibiyet alırsa” benzeri matematik hesaplarına bağlı.

     

  • BANKANIZ SİZİ GÖZETLİYOR OLABİLİR (Mİ?)

    BANKANIZ SİZİ GÖZETLİYOR OLABİLİR (Mİ?)

    Dün bir ihtiyaç üzerine Akbank müşterisi haline geldim ve doğal olarak da hem tabletime hem de telefonuma internet uygulamasını yüklemem gerekti. Google Play Market aracılığıyla Akbank Direkt Uygulamasını indirmek istediğimde konumumdan, fotoğraflarıma, kameramdan, mikrofonuma, cihaz çağrı bilgilerimden diğer uygulama bilgilerime, kısacası özel olan neyim varsa hepsine erişmek istediğini fark ettim.  Indirmedim tabi.

    Bu izinleri vermek demek, uygulamayı yönetenlerin sevgilimi günde kaç kez aradığımdan, işe saat kaçta gittiğime kadar bilmesi demek. Hatta bu verilere erişen birinin kameram ya da mikrofonum aracılığı ile beni dinlemesi, izlemesi bile olası.

    Bunun üzerine twitter aracılığıyla kendilerine bu izinleri neden istediklerini sordum ve klasik bir paradoksal yanıtla karşılaştım: “işte”

    Screenshot_2015-01-24-12-55-43
    Akbank’ın dahiane yanıtı…

     

    Daha sonraki sorularıma da yanıt vermediler.

    Hangi Banka ne istiyor?

    Aşağıda herkes için tüm banka uygulamalarının isteklerinden oluşan bir galeri oluşturdum. İzin arsızı bankalar olarak Akbank, Garanti Bankası ve Kuveyt Türk öne çıkıyor. Bu bankalar telefonunuzdaki tüm kritik bilgilere erişmeyi talep ediyorlar.

    Kolaylık olsun diye bankaların istedikleri izinleri aşağıdaki tabloya yerleştirdim. Dileyenler aşağıdaki ekran görüntülerinden teyit edebilirler.

    Tablo
    Yukarıdaki tabloda hangi bankanın uygulamasının hangi izni talep ettiği yazıyor. Sıralamayı talep edilen izin sayısına göre gerçekleştirdim.

     

    Tek bakışta tüm banka uygulamaları ve talep ettiği izinler (alfabetik)

    Peki bu izinler ne anlama geliyor?

    Bu izinlerden en kritik olanlarının ne anlama geldiğini Google’ın kendisinden öğrendim. Kritik olanlar küçük yorumlarla buraya aktarıyorum. Hepsine bakmak sitemiyorsanız yazının sonuna devam edin…

    Bu izni isteyen uygulama aşağıdakileri yapabilir:

    • Hassas günlük verilerini okuma
    • Sistemin dahili durumunu alma
    • Web yer işaretlerinizi ve geçmişinizi okuma
    • Çalışan uygulamalara ilişkin bilgileri alma

    Yani hangi uygulamayı ne kadar kullandığınız, sık ziyaret ettiğiniz web siteleri vb. bu uygulama tarafından okunabilir. “Bunun ne sakıncası var” diye sorabilirsiniz ama aslında dünya görüşünüzden, yaşam tarzınıza kadar pek çok şeyi öğrenebilmekeri açısından epey sakıncası var: İsteyen bankalar kilo takibi için bir program kullanıyorsanız, namaz saatlerini öğrenmek için bir ezan programına başvuruyorsanız veya “seks hikayeleri” okuyorsanız bunu öğrenebilirler.

    Bu izne sahip olan uygulama telefon defterinizin tamamına erişebilir.

    Bu erişime sahip olan uygulama sahipleri kimin kimle tanışıklığı olduğuna dair bir haritayı kolaylıkla oluşturabilirler. Bu sizin ağ toplumunda hangi ağa bağlı olduğunuzun doğrudan bir göstergesidir. Eşinizin dostunuzun telefon numaralarının da uygulama sahibinin eline geçmesinden bahsetmiyorum bile. “İlla ki böyle yapıyorlar” demiyorum ama size bir şeyler pazarlamak için sizi arayan bazı şirketlerin numaralarınızı nereden aldığını merak ediyorsanız eğer, bu bir yanıt olabilir.

    Google’a göre bu izne sahip olan bir uygulama, cihazınızın takvim bilgilerini kullanabilir. Buna aşağıdaki işlevler dahil olabilir:

    • Takvim etkinliklerini ve gizli bilgileri okuma
    • Takvim etkinlikleri ekleme veya varolanları değiştirme ve cihaz sahibinin bilgisi olmadan davetlilere e-posta gönderme

    Aile üyelerinizin doğum günlerinden evlilik yıldönümünüze kadar pek çok kişisel ajanda bilginiz şirketlerin ellerinde. Geçmiş olsun.

    Açıklamaya gerek bile yok. Takip ediliyorsunuz. Nereye, ne sıklıkta gidiyor, işe gidip gelirken hangi yolları kullanıyorsunuz, bu bilgiler istisnasız tüm bankalarca bilinebilir.

    Bir uygulama, cihazınızın kısa mesaj (SMS) ve/veya multimedya mesajlaşma servisini (MMS) kullanabilir. Bu gruba kısa mesaj, resimli mesaj veya görüntülü mesajları kullanabilme özelliği dahil olabilir.

    • Kısa mesaj (SMS) alma
    • Kısa mesajlarınızı okuma (SMS veya MMS)
    • Kısa mesaj alma (MMS; resim veya görüntülü mesaj gibi)
    • Kısa mesajlarınızı düzenleme (SMS veya MMS)
    • SMS mesajı gönderme (ücret ödemeniz gerekebilir)
    • Kısa mesaj alma (WAP)

    Eşinizin sizi aldattığını düşünüyorsanız bir dedektiflik şirketine değil, bankaların uygulamasını yöneten yazılım şirketine gidin. SMS’lerini okuyabiliyorlar nasılsa.

    Bir uygulama, telefonunuzu ve/veya telefonunuzun çağrı geçmişini kullanabilir. Telefon erişimine aşağıdaki işlevler dahil olabilir:

    • Telefon numaralarına doğrudan çağrı yapma (ücret ödemeniz gerekebilir)
    • Çağrı kaydına yazma (örneğin: çağrı geçmişi)
    • Çağrı kaydını okuma
    • Giden çağrıları yeniden yönlendirme
    • Telefonun durumunu değiştirme
    • Müdahaleniz olmadan çağrı yapma

    “Çağrı kaydını okuma” cümlesi sizi ürkütmedi mi? Telefon defterimizin tamamına erişen uygulamalar aynı zamanda kimleri ne sıklıkta aradığımızı, kimlerle uzun uzun konuştuğumuzu da biliyorlar… Haydi bakalım!

    Cihazınızın ve içinde takılı olan SD kartın içeriğinde ne var ne yok hepsi bankalarınızca okunabilir. Evet, yanlış duymadınız. Eşinizle en mahrem görüntüleriniz dahi bu uygulamarca kolaylıkla okunabilir.

    Bir uygulama cihazınızın kamerasını ve/veya mikrofonunu kullanabilir. Kamera ve mikrofon erişimine aşağıdaki işlevler dahil olabilir:

    • Fotoğraf çekme ve video kaydetme
    • Ses kaydetme
    • Video kaydetme

    Gözlerinizin ne kadar büyüdüğünü görmek isterim… Evet; pek çok uygulama bu izni siz dilediğinizde sesli mesaj gönderin ya da bir arkadaşınıza fotoğrafınızı gönderebilin diye istiyor (Whatsapp ya da Instagram gibi…). Peki banka neden istiyor? Akbank’a sorduğum soruda bunun yanıtını alamamıştım. Arkadaşım Kerem Kaynar’ın espirili yorumu şöyle:

    kerem


     

    Sonuç ve Tüm Okurlara Çağrı

    Çağımızda pazarlama faaliyetlerinin başarısı büyük ölçüde “bilgi” gücüne bağlı. Eskiden kadın, erkek, evli, bekâr, zengin, ortahalli, yoksul gibi basit demografik bilgilere dayanarak yapılan pazar bölümlendirmeleri, teknolojinin de etkisiyle artık “kilo verenler”, “Interstellar’ı izleyenler”, “Felsefeye ilgi duyanlar”, “Yakında nişanlanacaklar” şeklinde yapılabiliyor. Bu başarı da mahremiyetimize uzanan yollardaki bu deliklerden kaynaklanıyor.

    (Daha geçenlerde Tuğsan Topçuoğlu, Yalansavar’da bu konulara değindiği şöyle güzel bir yazı kaleme almıştı. Merce Gözüküçük’ün Açık Bilim’de 2 yıl evvel daha genel bir şekilde ele aldığı yazıya ise şuradan ulaşabilirsiniz.)

    “Big Data” dediğimiz büyük verilerin anonim olarak toplanması ve bu bilgilerin insanlığın gelişimine katkı sağlamak için kullanılması bir derece kabul edilebilir olsa da anonimliğin ne kadar gerçekleştiği sorusu önemli bir soru. Bu yüzden tüm okurlara çağrım şudur:

    Madem bu konu bankalar vesilesiyle açıldı, bankalarınıza sosyal medya başta olmak üzere kullandığınız öncelikli iletişim kanalları aracılığıyla aşağıdaki soruları sorun:

    1. Bu bilgileri niçin talep ediyorlar? Tam olarak yapmak istedikleri nedir?
    2. Program teknik olarak hangi nedenlerden ötürü bu izinlere ihtiyaç duyuyor?
    3. Banka kendi uygulamasını kendi mi kontrol ediyor? Yoksa dışarıdan hizmet mi alıyor?
    4. Kendi kontrol ediyorsa personelinin, dışarıdan hizmet alıyorsa hizmet aldığı şirketin ve şirket personelinin kişisel verilerimizi kötü amaçlarla kullanmasına nasıl engel oluyor?
    5. Ve niçin bize bunu yapıyorlar?

     

  • AKLI OLANA ZÛLÜM…

    AKLI OLANA ZÛLÜM…

    Pek çoğumuzun haber alma yolu sosyal medya oldu. Hiç olmazsa gazetelerin sosyal medya hesaplarını takip ediyor ve haberleri yine onların paylaşımları üzerinden takip ediyoruz. Gündemin nabzını tutma yollarından birinin bu olduğu konusunda şüpheye yer yok.

    Öte yandan gazeteler ya da TV’ler tek yönlü iletişim yollarıdır. Önünüze bir şey koyarlar ve okursunuz/izlersiniz. Yanıt veremezsiniz ya da başkalarının yanıtlarını veya yorumlarını açık bir şekilde görmezsiniz. Sosyal medya öyle değil: Her kesimden insan yazılana çizilene yorum yapıyor, beyan sahiplerine yanıt veriyor, kendi düşüncelerini ifade edebiliyor. Aslında günümüz internet teknolojisinin sağladığı bir nimet olarak değerlendirilebilecek bu husus, kimi zaman acı kaynağı olabiliyor: Evet! Gerçek acıdan bahsediyorum, zira Türkiye’de siyasetin -hâttâ aslında neredeyse her konunun- tartışıldığı seviye öylesine düşük, öylesine anlamsız ve saçma sapan ki, hakikaten de, birazcık vicdânı, birazcık aklı olan insan için zûlüm olabiliyor bu bakış…

    Aşağıda Türkiye’de hemen her dakika sürekli olarak yapılan, sıkma modundaki çamaşır makinesi gibi kısır bir döngünün içerisinde yüksek devirle dönen tartışmaların genel biçimlerine ve sık rastlanılan örneklerine yer verdim. İlk etapta aklıma bunlar geldi; belki bir kaç tane de sizler ekleyebilirsiniz:

     

    “Daha dün bu adam hakkında X diyordun şimdi Y diyorsun”

    Evet çünkü o adam dün X derken bugün Y derse doğal olarak insanlar da onun hakkında dün X derken bugün Y diyebilirler. İnsanlar gömülü yazılıma sahip makineler değildirler. Fikir değiştirebilirler, yanlış düşündüklerini anlayabilirler, çark edebilirler. Eğer yanlış düşündüklerini de samimi olarak ifade ediyorlarsa doğal olarak fikirlerini değiştirme haklarına saygı göstermek gerekir. Kişiler değil, fikirler esastır.

     

    “Bugün A’ya tepki veriyorsun, peki dün B olurken neredeydin?”

    Bir A meselesine tepki veren kişi illa ki bir B, C, D meselesine de tepki verecek değildir. Ayrıca “Türkiye’de olaylara tepki vermekle görevli insan grupları var ve bu insan grupları konular arasında ayrımcılık yapıyor” gibi bir durum yok. O insan A meselesi için tepki vermiştir, çünkü A meselesi konusunda tepki vermesi gerektiğine inanıyordur. Bu soruyu soran kimse B meselesini önemsiyorsa B olayına gereken tepkiyi kendisi vermelidir.  A meselesine tepki verenler “Genel Tepkici” değildir ve böyle bir vazifeleri yoktur. Bir de tepki verme/vermeme meselesini Twitter üzerinden anlaşılmaz. İnsanlar 24 saat sosyal medyayı takip etmiyor: Tatilde olabiliyorlar, eşiyle kavga etmiş olabiliyorlar ya da çocuklarının hastalığıyla ilgilenebiliyorlar. B olayı cereyan ettiğinde olaydan haberi bile olmayabilir.

     

    “Sandığa gel!”

    Demokrasinin temel unsurlarından birisi sandıktır; doğru. Tıpkı basketbol sporunda topu potadan geçirebilmenin oyunun bir unsuru olduğu gibi. Neticede topu daha fazla kez potadan geçirebilmiş takım kazanacaktır. Ancak o maçın adil bir maç olduğunu söyleyebilmemiz için takımların eşit sayıda oyuncu oynatma hakkına, tarafsız bir hakeme, benzer kalitede forma, ayakkabı vb. ekipmanlara ihtiyacı vardır. 5’e 3 oynanan, hakemin zayıf takıma karşı faulleri çalmadığı, bir tarafın yalınayak oynadığı ve bir takımın seyircilerinin sahaya alınmadığı bir maçta, “kaç sayı attıkları esastır” denemez. Böyle basketbol müsabakası olmaz ve bir maçın adil olmasının tek unsuru potaların eşitliği değildir. Demokrasinin tek unsurunun sandık olmaması gibi. Üstelik herhangi bir fikri doğrulayan şey onu ne kadar insanın benimsediği değildir; ya da en azından bir başkasının ilgili fikre muhalefet etmesine engel olamaz. (Bkz: Argumentum Ad Populum)

     

    “Sen önce ……..’i doğru yap”

    Bir kimsenin kötü bir şarkıcı, tiyatrocu ya da mühendis olması, hatta ve hatta katil olması onun siyasi fikirlerinin yanlış olduğu anlamına gelmez. Herhangi bir konudaki düşüncemizin doğruluğu ya da yanlışlığı başka bir konudaki başarımızdan bağımsızdır (Bkz: Ad Hominem).

     

    “Ona bakarsan geçmişte de onlar benzer şeyler yapmıştı”

    Bir yanlışı savunma gerekçesi başka bir yanlışı örneklemek olamaz. Örneğin geçmişteki siyasetçilerin de yolsuzluğa bulaşmış olması bugünkü siyasetçilerin yapabileceği anlamına gelmez. Ya da tek parti döneminde yapılmış olan yanlışların bugünkü yanlışları meşrû kılması söz konusu değildir. Anti demokratik uygulamalara karşı tepki veren birine muhtemelen henüz doğmamış olduğu yıllarda cereyan eden olayları esas alarak yapılmış bir savunma komiktir, saçmadır, safsatadır.

  • ÖYKÜ: MİNİBÜS KLONU

    ÖYKÜ: MİNİBÜS KLONU

    Bu hikaye Dünya’nın başından geçmiş büyük bir felaketin hikayesidir.

    Birbirini hiç tanımayan, birbirlerine yabancı olan iki kişi ya da iki gruptan birisi diğerine ceza verecek olsa bunu gerçekten yapabilir miydi?

    Aslında böyle bir durumda en iyi cezanın ne olduğunu anlamanın akılcı bir yolu yoktur ama bazen şans eseri iyi bir isabet de sağlanabilir. Bu isabeti sağlayabilmenin yolu da gerçekten neyin diğerlerine daha çok acı çektirdiğini anlamaktan geçer. Fakat ya “acı” kavramı da göreceli ise?

    İnsan ırkının Dünya’daki hakimiyetini bitirmek ve onları köleleştirmek isteyen uzayın çok uzak köşelerinden gelmiş, çok güçlü, kuvvetli, pek çok akıl almaz şeyleri kolayca gerçekleştirmeye muktedir bir medeniyetin kıymetli üyeleri, Ay’ın hemen arkasındaki büyük gemilerinde toplantılarını gerçekleştiriyorlardı.  Konsey, Dünya’dan henüz dönmüş uzmanlarının tavsiyelerini dinlemeye geçmişti. Amaçları en az enerjiyi sarf ederek en kesin sonucu almaktı. Bu yüzden Dünya’ya uzmanlar gönderip onlardan insanlığa verilecek en büyük cezanın ne olduğunu araştırmalarını istediler. Hiçbir insanı öldürmeyeceklerdi  ama onları tamamen felç edecekler, kendilerine yalvaracakları ve ne istiyorlarsa yaptırabilecekleri bir hâle getirecekler, kısacası süründüreceklerdi.

    En makûl çözüm en kısa boylu olan uzmandan geldi: Sonsuzluk Motoruyla İmâl Edilmiş Minibüs Replikaları.

    Uzman, konsey üyelerine hem bir gün önce tamamlamış olduğu yazılı raporu dağıttı hem de projesini sözlü olarak kısaca açıkladı: İnsan denilen tür motorlu taşıtlara bağımlıydı. Otomobil dedikleri şeye binmeden markete bile gitmiyorlardı.  Nasıl ki kendi türlerinin bir dolaşım sistemi ve bu dolaşım sisteminin ana unsuru olan damarları vardı –ki gariptir insanlarda da böyleydi bu dolaşım sistemi-, insanların şehir dedikleri yaşam alanlarının da damarları sokaklar ve yollardı. Kendi gemilerinin bilgi işlem sisteminde arada bir kablolardaki veri akışını kesen bir takım silikon canlı formları olduğu gibi, Dünya’da da bu madde akışını kesen minibüs denen başka tür bir araç formu bulunuyordu. Minibüsler caddeleri gürültüye boğan, trafiği darboğaza sokan mekanik bir araç, tabiri caizse bir damar tıkanıklığı kaynağıydı.

    Kısa bir sessizlikten sonra konsey üyelerinden birisi fikri öne süren uzmanın Dünya’nın sadece belirli bir bölgesinde gözlem yaptığı için bu cezanın gezegenin tamamını etkilemeyebileceği ihtimaline dikkat çekti. Fakat gözlemlerini ve projelerini henüz sunmamış olan diğer uzmanlar bile fikri o kadar beğenmişlerdi ki atıldılar: Kendi inceledikleri bölgelerde trafik o kadar düzgün akmakta, sokaklar ve caddeler o kadar sessizdi ki, bilakis diğer bölgeler için çok daha büyük bir ceza olabilirdi.

    Oylama yapıldı. Bir red, bir çekimser, beş kabul oyuyla cezanın uygulanmasına karar verildi. O dakika tek şeritli yolda sürekli korna çalarak ilerleyip her yirmi metrede bir duran ve pervasızca arkasında 4 km. 712 m. uzunluğunda kuyruk oluşturan bir İstanbul minibüsü numune olarak seçildi.

    Minibüs şöförü bir elini dışarı sarkıtıp diğer eliyle de vitesin ensesine bir tokat atmak suretiyle vites attığında saldırı başladı.

    Bir anda tüm caddeler birden bire ortaya çıkıveren, kornaları hariç (bu saldırıyı planlayan generalin küçük bir hilesiydi) birbirinin tıpkısı ve aynısı minibüslerle dolmaya başladı. Bir bakterinin bölünme hızıyla çoğalan minibüslerin tüm Dünya cadde ve sokaklarını doldurması sadece iki saat aldı. Uzaydan göründüğü kadarıyla köy yolları, patikalar ve megatonluk gemilerin güverteleri bile minibüslerle dolmuştu.

    Kimisi kornaya seri bir şekilde kısa kısa basıyordu: “Dı dı dı dı dı dı dııııt”.

    Kimisi bir Dünya sineması klasiği olan The Godfather adlı filmin müziğini çalıyordu: “Dı dı dı dıııı dı dıııı dı dııııı dı dıııııı dı dııııııııııı”.

    Kimisi ise sadece üç notadan müteşekkil bir tekrardan ibaretti fakat havalı kornaydı: “Ni na no ni na no ni na no”.

    Gündelik yaşam felce uğramıştı. İnsanlar otomobilleriyle hareket edemiyor, marketlere ürün gelmiyor, çöpçüler çöp toplayamıyor, okullarda gürültü nedeniyle ders işlenemiyor, teyzeler güne gidemiyorlardı. Seçilen minibüs numunesi yakıt olarak motorin yerine on numara yağ kullandığı için bir anda tüm Dünya cadde ve sokaklarından gökyüzüne siyah egsoz dumanı yükselmeye başlamış, sokaklar giderek nefes bile alınamaz bir yer haline gelmiş, bir koro halinde çalınan kornalar park halindeki diğer araçların alarmlarını çalıştıracak kuvveti sağlamış, caddelerin gürültüsü insanı çileden çıkaracak hale gelmişti.

    İlk intihar İsviçre’de yaşandı. İsviçre’de yaya geçitleri yüzünden zaten pek de ilerleyemeyen –ve kimisi 80 km/saat hızı göremediği için Beşyol Sanayii’nde “Abi bunun motoru hiç açılmamış” yorumları alacak olan- otomobillerin sahipleri son derece sebatlı davranabildiklerinden intihar vakası sanıldığı gibi sürücüler yakasında yaşanmadı. Sokaklardaki korna ve motor sesleri üç blok ötedeki müzik kursundan gelen rahatlatıcı piyano sesini kestiği için orta yaşlarını henüz geçmiş olan bir Filemenk kadını daha fazla dayanamadı ve intihar etti. Zincirleme bir etki yaratan bu intihar vakasıyla birlikte Avrupa’da intiharların ya da akıl sağlığını yitirme vakalarının önü alınamaz oldu. İskandinavya başta depresyon olmak üzere pek çok buhransı alanda liderliğe oturdu.

    İlk cinayet ise Türkiye’de yaşandı. İstanbul Anadolu yakasında bir otomobil sürücüsü arkasından kendisine sürekli korna çalan bir başka otomobil sürücüsüne “nereye gideyim arkadaş, önümdeki minibüs yürümüyor ki!” dedi. Arkadaki sinirli sürücü bu yanıtı mantıklı bulmadı ve öndeki aracın sahibine silah çekti. “Yiyosa vur” diyen öndeki aracın sürücüsünün gazıyla erkekliğine leke sürdürmemek gibi çok önemli bir gerekçeyle tetiği çekti. Olayın Minibüs Caddesi olarak anılan bir caddede gerçekleşmesi uzaylılarca “kaderin tuhaf bir cilvesi” olarak yorumlandı ve şanlı savaşlar tarihine bir ironi olarak kaydedildi.

    Saldırıya en dirençli ülke Pakistan’dı. Birincisi klon minibüsler caddede zaten kendilerine yer bulamadılar. İkincisi de insanlar trafikte bir anormallik olduğunu anlamadılar bile. Hayat o kadar değişmemiş, her zamanki seyrinde devam etmişti. Uzaylıya itiraz eden konsey üyesi Pakistan’ın durumu hakkında rapor hazırlamaya koyulmuştu. Sıradaki değerlendirme toplantısında kendisinin haklı olduğunu ortaya koyacaktı.

    İnsanlık ilk şoku atlatamamış, havalimanındaki özel uçaklarına hareket edemeyen Dünya liderleri daha toplanamamıştı ki mahallelerde patlak veren bir takım sivil direniş örgütleri kendi yöntemlerini geliştirmeye başladılar:

    İtalya’nın güney kentlerinde minibüslerin depolarına boru daldıran İtalyanlar onların yakıtlarını boşaltmayı başardılar. Bir süre sonra motor sesleri tamamen sustu ama geçici bir çözüm oldu bu. Saldırının cevval kumandanı olan uzaylı general durumu fark etti ve bölgeye takviye klon sevk ederek yenileriyle değiştirdi. İtalyanlar her nedense buna pek üzülmedi ve yakıtları aşırmaya devam ettiler.

    Hindistan’da bazı gruplar minibüslerin üzerine tırmanmak suretiyle onları göçertmeye başladılar. Türkiye’ye göre tasarlanan minibüslerin tavanları o kadar insanı kaldırabilecek mukavemete sahip olmadıklarından bu kadar kişinin tavanda seyahate kalkılmasına hiç dayanamadılar. Ne var ki bu çözüm de geçici oldu, zira uzaylılar şapkadan tavşan çıkarır gibi kuantum reaktörlerinden minibüs çıkarıyor, yeni bir minibüsü göçmüş olan eskileriyle değiştirmeleri çok fazla vakit almıyordu.

    ABD’de sivil örgütler değil, bizzat ordu “en iyi savunma saldırıdır” diyerek minibüsleri terörist ilan etti ve uzaylı medeniyetine demokrasi getirmeye karar verdi. Denemek amacıyla bir kasabayı nakliye helikopterleriyle komple tahliye edip üç adet F-22, dört adet F-35 ve bir adet de İnsansız Hava Aracı filosunu bölgeye yönlendirip her bir minibüsü keklik gibi avladılar ama uzaylılar kesinlikle onlardan daha hızlı ve güçlü olduğundan infilak eden minibüslerin yerine üstüste üç minibüs belirmesi karşısında bir şey yapamayacaklarını anladılar. Senato atom bombası kullanma seçeneği hakkında uzun sürecek bir tartışmaya girişmeye karar verdi.

    Bu halde iken bir hafta geçmişti. İnsanlık büyük bir çaresizlik içerisinde acı çekerken diğer yandan da duruma alışmaya çalışıyordu. Gündelik yaşamı bir kenara bırakın, biyolojik olarak elzem bir ihtiyaç olan uykuya hasretti herkes. “Davul çalsalar uyanmam” diyenler minibüs katili olmak üzereydi. Neyse ki sosyal medya vardı ki hâlâ biraz eğlenilebiliyordu: “En azından şu Godfather müziği olmasa…” yorumu 72 ayrı dilde Twitter’da hashtag olmuştu. İnstagramda #minibüsveben etiketi (ve diğer dillerdeki muadil etiketler) ile Minibüs selfie’leri çekilmeye başlanmıştı. Facebook’ta “İddiaya girerim Minibüsleri seven 1 milyon kişi bulabilirim” grubu ile “İddiaya girerim Minibüslerden nefret eden 1 milyon kişi bulabilirim” grubu arasındaki yarış, olan biteni tam da idrak edemeyen medya kuruluşları için iyi haber malzemesi haline gelmişti.

    Bu sırada havanın ne kadar kirlendiği, gürültünün psikolojileri ne kadar bozduğu, salınan sera gazlarının çok hızlı bir şekilde iklimi ne boyutta değiştireceği, bozulan sosyal düzenin yakın bir zamanda yağmalama ile başlayacak bir kırılmaya neden olacağı, pizza siparişi ile yaşayan ve yumurta kırmayı bile bilmeyen kalabalık bir öğrenci kitlesinin ölmek üzere olması gibi detaylarla uzaylılar daha çok ilgileniyorlardı…

    Manzarayı gören uzaylı konseyi kutlamalara şimdiden başlamış, ana gezegene zaferi müjdeleyen mesajlar geçmişlerdi. Masa başına geçip Dünya’yı paylaşmaya karar verdiklerinde ülke sınırlarını cetvelle çizmeye başlamışlardı. Minibüs fikrini öne süren uzman “buna en çok Türkler bozulacak” diye düşündü ama dile getirmedi. Laleli’de tanıştığı Ukraynalı Lena aklına geldi, biraz üzüldü.

    İşte efendiler, Dünya’nın hali böyle idi. Uzaylılar isteklerini dayatmak üzere saklanmış oldukları Ay’ın arkasından çıkmak ve Dünya’ya hareket etmek üzereydiler. Ancak uzaylıların sonlarını getirecek hamlenin nereden ve nasıl gelebileceğini kimse tahmin edemezdi…

    Bir haftadır olan bitenden hiçbir haberi olmayan, Dünya’yı kendi kapalı sosyal medya çevresinden takip eden –ve aslında bu yüzden takip edemeyen- genç bir kız, bir haftadır hasta olduğu için çıkmadığı yatağından kendini biraz daha iyi hissettiği için yenice çıkmıştı. Güzel bir duş aldıktan ve saçlarını fönledikten sonra en güzel giysilerini giydi. Sosyal medyadan arkadaşlarıyla Kadıköy’de buluşmak üzere sabahtan sözleşmişlerdi zaten. Hangi babetini giyeceğine ve hangi çantasını ona uyduracağına karar vermek için kapının önündeki ayna karşısında bir yirmi dakika daha vakit harcadıktan sonra merdivenlerden ağır ağır indi. Yaklaşık iki dakikalık yürüme mesafesini kat edip Minibüs Caddesi’ne ulaştıktan sonra arkadaşlarının da sabah belli belirsiz bahsettikleri trafik yoğunluğuna çok anlam veremedi, “offf, çok salaksın trafik” dedikten hemen sonra önünde kendisine sürekli korna çalıyor olan minibüse el kaldırdı.

    İşte ne olduysa o zaman oldu.

    El kaldırdığı minibüs ona doğru ani bir hareketle seğirtti. Derken onun önüne geçerek yolcuyu kapmak isteyen diğer minibüs de aynı hareketi yapmak isteyince iki minibüs birbirine girdi. Üçüncü bir minibüs de aynı hareketi yapmasın mı? Kısa bir süre sonra aşağı caddedekiler, diğer mahalledekiler, Boğaz Köprüsü’ndekiler, Avrupa yakasındakilar… Hepsi yolcuyu almak üzere harekete geçti. Minibüsler sahip oldukları madde formunu daha sonra fizikçilerin asla anlam veremeyecekleri tuhaf bir şekilde terk ederek tek bir noktaya yığılmaya başladılar. Afrika’dan, Avrupa’dan, Madagaskar’dan, Alaska’dan, Sibirya’dan, Arizona’dan, kimisi tepesinde karıyla buzuyla, kimisi tekerinde çölün kumuyla, kimisi bataklığın çamuruyla, kimisi aynasına yöresine adak olarak bağlanmış kumaş parçalarıyla sınırlı bir kütle çekim alanının hakim olduğu bir bölge yaratıp bir tekillik noktasında yekpare bir güç alanına dönüştüler. Çok kısa bir süre içerisinde tek bir alana sığışmaya çalışan minibüslerin yarattığı kütle kendi üzerine çöktü ve bir tür enerji koridoruyla bağlı oldukları uzay gemisini de kendi bünyelerine kattılar (Daha sonra olayı değerlendiren astronomlar o sırada uzay gemisinin Ay’ın arkasından çıkmış olmasının büyük bir şans olduğunu söyleyeceklerdi).

    Bir anda her şey sona erdi. Yollar boşaldı, sokaklar sessizliğe gömüldü, minibüslerin teker izleri bile silindi.

    Hindistan’da altlarındaki minibüsün aniden fırlaması sonucu yere düşüp kalçalarını kıranlar hastanelere koşarken, bazı İtalyanlar yıllar sonra zenginlik kaynağı asla kesin olarak bilinemeyecek olan yeni Don’un elini öptüler. ABD senatosunun atom bombası kullanma tartışması sona erdi –ama terör alarmının bir yirmi yıl daha sürdürülmesi gerektiğine karar verdiler- ve Ruslar da hazır ettikleri atom bombalarını geri cephaneliklerine koydular. Kahraman kızımız ise önce arkadaşlarını arayıp “az önce çok acayip bir kaza oldu ya, gelince anlatırım” dedikten sonra Kadıköy’e taksiyle gitti. Hareket edebilir hale gelen TOMA’lar ile Gezi Parkı halka kapatıldı.

    Uzaylıların sonunu getiren olayın Minibüs Caddesi olarak anılan bir caddede gerçekleşmesi tarihçilerce “kaderin tuhaf bir cilvesi” olarak yorumlandı ve Dünya tarihine tuhaf bir ironi olarak kaydedildi.