Etiket: kamp

  • ÖYKÜ: FIRILDAK

    ÖYKÜ: FIRILDAK

    Türkiye Bilişim Derneği’nin 2013 yılında düzenlediği 15. Bilimkurgu Öykü Yarışması’nda ikincilik ödülüne layık görülen öyküm Fırıldak’ı blogumda yayımlamaya karar verdim.

    Galaktik Tiyatro adlı öykü kitabımda da yer alan Fırıldak adlı öykü, TBD jürisinin yorumuyla “bir uzaylı istilasını arka planına alan, aşk ve dostluk gibi insani halleri etkili bir biçimde kullanan, bir grup insan arasındaki karmaşık ilişkiyi tekinsiz, post-apokaliptik bir atmosfere ustalıkla yerleştiriyor.”

    Bakalım sizce de öyle mi…


     

    FIRILDAK

    Fakülte binasının hiç kullanmadığımız odalarından birinde Hasan ile kaç saattir oturuyorduk bilmiyorum. Hasan’da epeydir bir haller vardı. Ketumdur, duygularını hiç belli etmez ve hiç söylemez; o yüzden epey zorlandım aşık olduğunu öğrenene kadar. Platonik olarak tanımladı. Birkaç kez de görüşmüş. Kim olduğunu inatla söylemiyor ama tahmin etmek mümkün. Hepi topu otuz kişiyiz ve eşcinsel değilse potansiyel üç kişi var elde. Tahmin etmek de istemiyorum aslında. Herkes bilmesi gerektiği kadar bilmeli.

    “Kendini çok kaptırma…” dedim.

    “Olur. Öğüdün çok klişe. Annemi hatırlatacak kadar klişe hatta, fakat yerinde bir öneri.” dedi. Her zamanki Hasan… Bir fikri tamamen onaylarsa taviz vermiş gibi hisseder, o yüzden ille de eleştiriyor. Kuyruğu dik tutma çabası hep… Ama çok sıkı çocuktu. İki kez ölümden aldı beni.

    Öğüdüm onu sessizleştirmişti, çünkü hakkım vardı: Aşk çok verimli bir duygu değildi yaşadığımız günlerde. O yüzden kafası da karışıktı. Daha çok sessizleşmesin diye artık konuşmuyordum ki kapı aniden açıldı ve Aysu daldı içeriye. Minik kız kanter içindeydi ve heyecanlıydı. Soluk soluğa, tıkanmış, konuşamıyor. Avucumun içiyle sakin olmasını işaret ettim. Durmadı; bir çırpıda “Kedi gördüm ben…” deyiverdi.

    Kaşlarımı kaldırıp bakakaldım; çünkü kedi görmek heyecanlı ve büyük bir olaydı, benim şu an onun sözlerinin doğruluğundan şüphe edebileceğim kadar.

    “Nerede gördün?”

    “Aşağıda. Kütüphanenin orada.”

    “Yakından mı gördün? Emin misin?”

    “Uzaktan gördüm ama kedi olduğundan eminim.”

    “Kedinin nasıl bir şey olduğunu biliyor musun?” diye sordum.

    “Resimli kitaplardan biliyorum”

    İnanmakta tereddüt ettiğim için Hasan’a dönüp baktım. Manalıca gülümsedi. Ben bu gülümseyişi tanıyordum. Çatışmalar henüz sıcaktı ve bir binada mahsur kalmıştık. Kurtulmaktan hiç ümidim kalmadığından “buraya kadarmış” demiştim ve o yine böyle gülümsemişti. Ne yapıp edip bizi sağ çıkarmıştı oradan. Onun ümidi ve çabası benim ümitsizliğimi dövmüştü.

    “Bir bakalım” dedim. Yemek saati yaklaşıyordu. “Ama yemekten sonra… Olur mu?”

    Çok sevindi… Çocuklar heyecanlanınca hareketleri tetikleşiyor. Aysu küçük adımlarıyla önümüzde koşarken, biz de takip ederek yemekhaneye indik. Bulgur pilavı güzel kokuyor, sürpriz ise yoğurt. İnekler yeniden süt vermeye başladığından bu yana beklenen an. Masalar da birleşmiş, demek doğumgünü falan var.

    Ona buna laf atıp şakalaşarak masaya vardık. Sırtımı pencereye verdim. Bu hafta mutfakta görevli olan Leyla’yı izlemek istiyordum. Saçları yemeklere düşmesin diye beyaz bir tülbent bağlamıştı başına. Beni görünce çekidüzen verdi kendine ama gözlerini kaçırıyordu hep. Şefika Abla’dan çekiniyordu herhalde.

    Az sonra herkes susuverdi. Bu susuşların sebebi bellidir. Arkamı dönüp pencereden dışarıya baktım: Kol uçuşundaki üç fırıldak Etiler tarafında bir yere süzülüyorlardı. Üçü de eş zamanlı olarak mühimmatlarını attılar. Tam yükselip giderlerken içlerinden birisi geri dönüp tekrar saldırdı. Sonra o da diğerleriyle aynı yöne ışıklarını saçarak yükseldi, hepsi birden buluta girip kayboldular. Bunlara fırıldak adını vermemizin sebebi yükselirlerken karınlarından saçtıkları alacalı beleceli döner ışıklar. Herhalde yer çekimine bu ışıkları saçan mekanizma ile karşı koyuyorlardı.

    Remzi pencerenin önünde ayakta izledi bombardımanı. Yine ağız dolusu küfürler ediyorken göz göze geldik. Yanımdaki sandalyeyi işaret ettim; küfürlerin dozunu arttırarak geldi.

    “Arkadaş, bir türlü anlamıyorum. Ne yere iniyorlar ne de s..tir olup gidiyorlar.”

    Remzi haklıydı. Anlaması güç bir durumdu. İlk geldiklerinde her yeri havadan bombaladılar. Sonra kara birliklerini indirip savaştılar. Ordularımız varlık bile gösteremedi. Kara birlikleri çekildi ve geriye sadece bu cılız hava saldırıları kaldı.

    “Vardır bir hesapları, sivrisinek mevzuu gibi işte…”

    Belki yüz defa verdiğim örneği yine verdim: “Mahallendeki sivrisineklerin kökünü kurutmazsın ama yakınına konarsa da affetmezsin.”

    Sivrisinek benzetmem yine hoşuna gitmemişti. Küfürlerinden benim de nasibimi aldığımdan emindim. “Aysu kedi görmüş” dedim. İlgilenmedi. “Hasan’la aramaya gideceğiz” dedim, Leyla’ya bakarken. Göz göze geldik bu sefer, kaçıramadı bakışlarını ve gülümsedi. Suçlu, tuhaf bir gülümsemeydi bu defa. Ah Şefika Abla ah…

    Remzi böldü: “Bulsan n’apacaksın?”

    Soruya yanıt vermeden önce sohbete ilgisiz kalan Hasan’a baktım. Kime baktığını kestirmeye çalışıyordum. Aksi gibi kafamdaki üç isim de birlikte oturmuşlardı yemeğe. Hasan da arada bir oraya göz atıyor ama tam olarak kimi gözlediğini anlamam mümkün değil. Çok da ilgi göstermiyor sanki.

    “İlk önce kediler öldü biliyorsun. Bu itler gelmeden üç dört yıl önce. Sonra bir daha hiç kedi gören olmadı. Belki bir anlamı vardır.”

    Tatmin olmadı. “Kediyi yakalarsak doktorlara götürürüz. Belki bir şey bulurlar” dedim.

    Doktorlar, bildiğimiz altı komşumuzdan bize en yakın olanlardı. Onlar da kampüsteydiler ve başka bir fakülte binasında yaşıyorlardı. Çoğunluğu bilim insanı, mühendis falan olduğundan onlara bu ismi vermiştik. Karşılaştığımız sıkıntılara kafaları ve ellerindeki malzemelerle çözüm bulmaya çalışıyorlar. Beyin takımı gibi… Sadece onlarla bir kablo üzerinden iletişim kurabiliyoruz -kablosuz her türlü iletişim işgalle birlikte felç olmuştu -. Diğer komşularımızla ulaklar kullanıyoruz.

    Şefika Abla “yemek hazır” diye bağırdı. Nizami bir şekilde sıraya geçtik. Yoğurt kazanının başında Leyla var. Biraz bakışalım ve gülümsediğinde gamzesini yakından göreyim diye önünde durdum. O yüzüme bakmadı, elime bir kağıt tutuşturuverdi. Bakmadan cebime attım. Hep utangaçtı böyle… Deli kız…

    Yerlerimize döndük ve yemeklerimizi yemeye koyulduk. Aysu’nun babası da tıp doktorumuzdur, yanımıza oturdu. Son eczane yağmasından beri aramız limoni.

    “Benim kız biraz hayalperesttir” dedi.

    Ağzım doluyken “Biliyorum” dedim yüzüne bakmadan.

    “Kedi gördüğünü sanmıyorum” dedi. “Kitaplardan okuduklarını çok içselleştiriyor ve hayal kuruyor.“

    Hiç konuşmayacaktım ama dayanamadım: “Ya gerçekten kedi gördüyse?”

    “Öyleyse bile kızım için tehlikeye atılmanı istemem”

    Aslında kıza güvendiğim söylenemez. Hasan’ın davasını sahipleniyordum yine. Ona can borcum olduğundan özellikle onun bu merakı gidermek istediğini anlamış ve düşünmeden “bakarız” demiştim.

    “Kedilerin anlamı olduğuna inanıyorum. Her ne olduysa, şu işler başımıza gelmeden birkaç yıl önce hepsi topluca öldüler. Denemeye değer. Aysu için değil kendimiz için yapacağız” dedim. Söylediklerim açık ve netti. Doktor kalktı gitti. Fırıldaklar Etiler’i bir sorti daha bombalıyorken yemekhanede çınlayan tek gürültü yine metal tabldotlarla çarpışan çatal sesleri idi. Sessizce yemeğimizi yedik ve çıktık.

    Dışarının kurşuni havası boğuktu. Bu havalardan nefret ediyordum: Kalın giyinsen terliyor, ince giyinsen üşüyordun. Lanet bir şey.

    Kütüphane tarafına gitmek için her zaman kullandığımız patikayı kısmen kullanacaktık. Bu iyiydi; çünkü her yüz metrede bir fırıldakların ortaya çıkması halinde altına gizlenmemiz için önceden hazırladığımız yalıtkan korunaklar vardı. Fakat ana kantin binasının önündeki ayrımdan sonrası için aynı şeyi söyleyemezdik.

    Yürürken düşünüyordum: Ne kadar bodoslama dalmıştık bu işe. Mesela ikindinleyin doktorlardan gelen kafileden başkalarıyla da görüşüp kedi olayını doğrulamamıştım. Aysu’ya “senden başka gören oldu mu?” diye sormak da aklıma gelmemişti. Görev dönüşü, özellikle de kötü bir şey olursa, Hasan’ın bunu yüzüme vurması garantiydi. Başa kakmayı çok sever. “Hani en önemli şey bilgi idi?” diyecek. Biliyorum, diyecek, kesin diyecek…

    Yanımızda birer tabanca var sadece. Fırıldakları uçarken vurmak mümkün değil ama kaçırma vakalarına karşı tabancalar kullanışlı olabiliyor; çünkü hedefi almak için inerken savunmasız kalıyorlar. Göbekten vurulurlarsa nakavt! Fakat yanımıza silah almamızın sebebi peynir kokan yaratıklardan ziyade insanlardı. Kaynakların kısıtlı olması ölümcül bir rekabet doğuruyordu. Anarşiden bir oyunmuşçasına keyif alan tehlikeli eşkıya grupları vardı. Bizimse korumamız gereken ve hayatta kalmak için direnen çocuklar, kadınlar ve onları hayatta tutmak için gereken kısıtlı bir gıda ve ilaç stoğumuz, doktorlar sayesinde kurduğumuz bir de küçük çiftliğimiz vardı. Yiyecekleri stoklardan ve seradan temin etsek de yağmalar hala önemli bir kaynak olduğu için zaman zaman biz de yağmaya çıkıyorduk.

    “Gökyüzü kapalı olmasa iyiydi” dedi Hasan. Hemen ardımdan geliyordu, tek sıra yürüyorduk. “Fırıldaklar buluttan çıkana dek göremeyeceğiz.”

    “Avantajları da var” dedim. “Onlar da bizi izleyemiyorlar”.

    “Çok mühim sanki. İsteseler hepimizi anında yok edebilirler. Bunu bilerek yapmıyorlar bence” dedi. Bu şüphe herkeste müşterekti.

    “Onlara zarar veremeyecek bir kitle için daha fazla mühimmat harcama lüksleri yok demek ki. Onlara da bir hesap soran vardır belki” dedim.

    “Mümkün” dedi Hasan.

    Ana kantine gelmiştik. Sol tarafa, inşaat fakültesine gidecek olsak güvenli hattımız devam ediyor olurdu. Oysa biz sağa yönelecektik şimdi.

    “Aracı alsaydık keşke” dedi.

    Elimizde korunaklarımız gibi yalıttığımız için fırıldakların göremediği özel bir araç vardı ama tek tehlike fırıldaklar değildi. Çalışan bir motorlu araç o kadar kıymetliydi ki eşkıyalığa kurban gitmesi pek mümkündü. Bu yüzden mecburi bir yağma olmadıkça sadece kampüs içinde kullanıyorduk. İkindi kafilesi doktorlardan yoğurt ve süt getirebilmek için aracı kullanmıştı; Aysu’nun kedi görme hikayesi de bundandı.

    “Meçhul kedi için kısıtlı yakıtımızı harcayamayız. Ben inanmamıştım zaten bu arada, sen inandın. Bir gidip bakmak istediğini farkettim; her zamanki gibi sana ve hislerine güvendiğim için düştüm yola.”

    “Sen yine de bana o kadar güvenme.”

    “Aklımda bulunsun. Hadi sen geç öne madem. Arkamdan falan vurursun şimdi.”

    Gülerek ve rahat söyledim bunu. Birincisi, böyle bir şeyi cidden söylemeyeceğimi bilecek kadar tanıyordu beni. İkincisi, iki can borçluydum adama. Hasan demek benim için “güven” demekti.

    Yolu takip edersek hızlı olacaktık ama güvende olmayacaktık. Ağaçlığı takip edersek saklanması kolay olacaktı, ama bu defa da yürümekte zorlanacaktık. İnsanın bakımından yoksun kalan tüm alanlar balta girmemiş ormana dönmüştü iki senede. Hasan yolu tercih etti. On dakika kadar sessizce ve dikkatle yürüyüp kütüphane bahçesine ulaştık.

    “Eee… Pisi pisi mi diyeceğiz şimdi?”

    Öyle ya. Bir kedi varsa dahi nasıl çağıracaktık? “Pisi pisi” deyince gelecek miydi yoksa korkacak mıydı? Kedi bir insanoğluyla karşılaşmayalı epey vakit geçmiş olabilirdi. Elimle Fen-Edebiyat fakültesini göstererek “bekleyelim” dedim. Kapıdan içeriye bir iki adım girip dışarıyı gözlemeye başladık. Beklemekten başka bir şey gelmiyordu aklımıza.

    Hasan “Aynı yeri gözlemek son derece anlamsız. Buranın bir arka çıkışı olmalı. Sen burada kal, ben o tarafa gideyim” dedi. Kafamla onaylayınca –nedense sessiz olmamız gerektiğini düşünüyordum- gitti ve yalnız kaldım.

    Az sonra boğaz taraflarından bir yerlerden sonda gürültüleri gelmeye başladı. Altı yedi kilometre uzaklıktaydı boğaz. Yaratıklar yine su çekiyor olmalıydılar. Su çektiklerini ilk gördüğümde onların buraya yerleşmeye gelmediklerini düşünmüştüm. Gezegeni sömürecekler, tükettikten sonra gideceklerdi. Biz de geriye kalan bir avuç insan olarak susuz kalacaktık. Aslında türümüzün sayılı yılları olduğuna da emindim. Su olmadan medeniyet mümkün mü? Nasıl mağlup edilir ki bu haydutlar?

    Girişin iki adım önüne çıktım. Sağımda yükselen gökdelenler çatılarından dev goriller ısırmış gibi eksik, göğe uzanmış bağırıyorlardı. Yaratıklar gelmeden önceki düzenin mabetleriydi bunlar, ama bir gecede sistem çöküvermişti. Buraların sahipleri benden daha çok üzülmüş olmalılardı; zira benim bir kaybım yoktu. Hatta kazancım vardı: Leyla. Deli kız… Güzel kadın… Uğruna yaşadığım şey.

    Leyla’nın notunu hatırladım. Elimi cebime attım: Terden nemlenmiş, çıkarmaya çalışırken yırtıyordum az daha.

    O da ne? Aha! Biri “miyav” mı dedi?

    Önümdeki alanın bitiminden aşağıya uzanan merdivende bir kedi kafası görüyordum. Sonda seslerinden ürktüğü belli, küçücük bir yavru kedi. Nasıl yavru olabilir? Altı yıldır ortalıkta yoktu kediler. Bu bir yavru ise anası danası falan da olmalıydı.

    Telsizimiz olmadığı için Hasan’a haber veremezdim. Kediyi kaçırmadan almalıydım ama nasıl? “Pisi pisi” diye seslendim. Kulaklarını dikip baktı bana. Seslenmeye biraz daha devam ettim. Basamağı çıktı, insan görmemiş olmasının avantajıydı herhalde; ürkmeden yaklaşmaya başladı. Hatta ben ürküyordum ve elim silahımdaydı. Ufacık bir ses olsa kediyi çekip vurabilirdim.

    Ayaklarımın ucuna kadar geldi. Çömelip başını, boynunu sevdim. Mırlıyordu hergele. Çantamdaki kuru ekmeği ıslatıp verdim. Hayvan mutlulukla yemeye başladı. Hasan’ı bekleme zamanıydı şimdi.

    Elimi tekrar cebime attım ve notu yırtılmaması için dikkatlice çıkardım. Nemlendiği için tükenmez kalem biraz dağılmış, yazılar kağıdın arkasına geçmişti. Tersten yazılmış “dikkat et” kelimesini seçebiliyordum. Sayfaları birbirinden itinayla ayırmaya çalışıyordum ki önce arkamda hafiften bir rüzgar ve hemen ardından da ince, mekanik bir ses işittim.

    “Bammm!”

    Ses, hayalet bir kente dönüşmüş olan kampüste şiddetle yankılandı. Kedi kaçmıştır diye endişelendim, ama aksine donup kalmış bana bakıyordu.

    “Bakma öyle. Hiç mi silah arkadaşını vuran bir asker görmedin?” dedim ona. Doğal olarak tepki vermedi.

    Hasan’ı tam kalbinden vurmuştum.

    Yanına gidip bir bakacaktım ama bana bir kelime dahi söylemesini istemiyordum. Kıt olan mermilerimizden bir tane daha harcamak israftı, üstelik gürültü yapmak da mantıklı değildi. Yine de kaçmasın diye önce kediyi kucağıma aldım –meğer o kadar korkmuş ki ben dokununca sıçradı- ve Hasan’ın bir el de kafasına ateş ettim. Üzerinde “Dikkat et! Hasan seni öldürmeyi planlıyor” yazan nemli kağıdı buruşturup Hasan’ın cesedinin yanına attım. Elim sadece kana değil, mürekkebe de bulanmıştı.

    Sığınağa döndüm. Kimse bana bir şey sormadı ve ben de olanları sadece Leyla’ya anlattım. Leyla, Hasan ona duygularını açtığında hemen benle paylaşmadığından dolayı kendini suçladı. İlgisi olmadığına ikna edemedim.

    Ertesi gün alana yeniden gittim. Tahmin ettiğim gibi kedinin sülalesi de oralardaymış ve hepsini bir çırpıda getirdim. Kolay oldu çünkü Hasan’ın cesedine üşüşmüşlerdi. Zor oldu çünkü Hasan’ı orada öylece kedilere öğün olurken görmek üzücüydü.

    Bana daha sonra da hiçbir şey sorulmadı. Leyla olan biteni herkese en uygun şekilde anlatmıştı veya insanlar artık ölümü normalleştirmişti. Ya da insan artık bildiğimiz insan değildi. Bildiğimiz insan neydi ki? Ben bildiğim ben miydim mesela?

    Kedilere gelince… Doktorlar yaratıkların kedilere has bir mikroptan çekindikleri için önce onları katlettiklerini düşünüyorlar. Bir kedi çiftliği projesine başladılar. Bu projeyi destekleyenler de var, sınırlı yiyeceğimizi kedilerle paylaşmak istemeyenler de.

    Bu konudaki kendi fikrimin ne olduğunu bilmiyorum. Hasan olsa idi ona sorardım. Hasan’a, hislerine ve fikirlerine değer veriyordum. Hasan demek, “güven” demekti benim için.

    Ama aşk yaratıklardan da, eşkıyalardan da tehlikeliydi.

  • GEZİ NOTLARI: ÇATALCA – İHSANİYE KÖYÜ

    Bayramın birinci günü bir anda boşa çıktığımda Beşyol’da işyerimin hemen yakınındaki parkta Ertan Ağabey ile birlikte tavla oynuyordum. Şöyle bir rüzgar esip de ağaç yapraklarını salladığında doğayla kavuşma damarımın nasıl tuttuğunu hissettim hemen. İğneada’ya bir aksilik sonucunda birlikte gidemediğimiz Hasan‘ı aradım hemen.

    Hasan da uygundu, İstanbul’da idi, kampa müsaitti. Saat zaten 18:00 olduğundan ve sadece bir gece kalmayı planladığımızdan yakın bir yer olmasını istiyorduk ve nereye gideceğimiz konusunda fikrimiz yoktu. İnternetten kısa bir araştırma Çatalca’nın ya da Silivri’nin köylerinde uygun yerler olduğunu söyledi bize.

    2 saat gibi kısa bir sürede eş zamanlı olarak hazırlanmaya çalıştık. Pazar günü olmasından dolayı Airporthaber’e yazı yetiştirmem gerekiyordu. O işi bir internet kafede gördüm. Konumun hazır olması zaten bir avantajdı; internet kafelerin büründüğü yeni hali görmek konumu besledi.

    Velhasıl, yola çıktık. TEM’den bir süre ilerledikten sonra Silivri’ye saptık, o sapıştan hemen sonra gişelerden geçtikten sonra yine sağa kıvrılan eski bir yola girdik. Bu yol bizi bölgenin karadeniz kıyısına götürecek yoldu.

    Az sonra yine internette adına rastladığımız Bekirli Köyü’nün tabelasını gördünce bu defa o yöne döndük. Çok değil, yaklaşık bir 20 km. sonra köye vardık ancak kimsenin nerede kamp yapabileceğimize dair bir fikri yoktu. Derken yolda rastladığımız bir genç, 8-10 km. ötedeki İhsaniye Köyü’nde böyle bir alan bulabileceğimizi, daha önce orada kamp yapan insanlar olduğunu duyduğunu söyledi.

    İlginçtir, Bekirli Köyü ve İhsaniye Köyü arasında bir canlı balık tesisi var. Tüm adresler buraya göre yapılıyor. Zira İhsaniye’ye gidince bize yine bu balıkçı referans alınarak bir yerler tarif edilecekti.

    Çok değil 15 dakika içerisinde sık sık otomobilden kaçmayan cesur baykuşlar gördüğümüz bir yoldan ilerledik. Canlı balık tesisini geçtiğimizin farkına varmadan köye girdik. Köydeki açık bayiye aynı sorumuzu yineledik: “Çadırımızı nereye kurabiliriz?”. Bize canlı balık tesisi işaret edildi. Gerisin geriye dönerek o tesisi yine bulduk. Köyden 2-3 km. uzakta olduğunu tahmin ediyorum. Balık tesisinin sahibi Recep Ağabey ile tanıştık, bizi az sonra öyküsünü anlatacağım gariban yoluna götürdü ve bizi orada bıraktı.

    Kamp alanı ve imkanlar

    Kısaca bahsetmek gerekirse, canlı balık tesisinin arkasında iki derenin kavuşumunun arasında kalan hafif meyilli bir alan kamp kurmaya çok elverişliydi. Gece olmasına karşın kendimize iri ağaç gövdelerinin güvenli bir uzaklığında ama ince dallarının ve sık yapraklarının sağladığı ve gündüz bize serinlik sağlayacak olan dallarının altında iyi bir yer bulup çadırımızı kurduk. Daha önce kamp yapanların ateş yaktığı noktaya da gerekli yakınlığı sağlamaya çalıştık.

    Bir süre zorlansak da kısa bir süre sonra çevreyi keşfettikçe bizi aydınlatacak kadar yakacak bulduk.

    İki suyun kavuşuyor olması biraz klostrofobik bir durum yarattı, zira gece yürümek tehlikeli olacağından güvenli bir çıkış noktası belirleyerek o nokta dışında yürümemeye karar verdik. İlk başta odun sıkıntısı çekmiştik ama güvenli yolumuzun ucunda daha önce kesilmiş kuru ağaçlar olduğunu bulduk. Ağaçlardan birisi tüten ağaçlardandı -cinsini belirleyemedim- ancak bölgede hatırı sayılır miktarda meşe olması işimizi kolaylaştırdı. Ateşi beslemekte ilk başlarda zorlanırken sonra gece boyunca bizi ziyadesiyle aydınlatacak kaynaklara ulaştık.

    Aceleyle hazırlandığından dolayı yemek yemeyi ihmal etmek zorunda olan Hasan’ın yanındaki torbaların kısa bir süre sonra içi boşalacak :)

    Suların kavuşumunda olmasından dolayı hafifçe serince olan havanın rahatsız edici olmadığını söyleyebiliriz. Epey bir geç yatarak gündüz kaldığımız yeri derinlemesine görecek olmaktan heyecan duyarak uyuduk.

    Gündüz gözüyle çevre ve yürüyüş yolumuz

    Sabah uyandığımızda çevreyi kolaçan etme şansımız oldu. Oldukça güvenli bir yerde olduğumuzu söyleyebilirim. Aradaki su ve sınırlarında bulunduğumuz tesisin arkaya uzanan telleri herhangi bir ziyaretçinin ancak iki yönden gelebileceğini gösteriyordu. Alandaki meyil herhangi bir su taşması halinde çadırın altını dolduracak cinsten değildi. Ayrıca çevrede daha yüksek alanlar bulunduğundan yıldırım tehlikesi de bulunmuyor. Yağmurlu havalarda dahi güvenle kalınabilecek bir mahalmiş.

    Kamp alanı

    Ayrıca bulunduğumuz yerde pek çok elma ağacı vardı. Bakımsızlık dolayısıyla elmalar çok iç açıcı görünmese de iyi bir besin kaynağı olabilir. Az sonra hemen yakınlarda bolca böğürtlen, kızılcık ve yaban mersini bulunduğunu da görecektik. Dereden balık tutulabileceğini düşünüyoruz (yakınlarda da bir canlı balık tesisi olduğuna göre?) ama kısa bir kamp olduğu için hiç denemedik ve mevsimi olmadığını da daha sonra öğrendik.

    Yürüyüş öncesinde…

    Sabah İhsaniye köyüne hem biraz yiyecek bulmak, hem de bilgi almak üzere uğradık. Köy halkının çok konuksever olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bayram da olması dolayısıyla idi galiba insanlar pek sıcak davrandılar. Tekrar kamp alanına döndüğümüzde hazırlığımızı yaptık ve yürüyüşümüze hazırlandık. Yürüyüş için rastgele bir rota seçmeye, dönüş yolunu planlı dönmeye karar verdik.

    Yaklaşık 11 km.lik yürüyüş yolumuz.

    Kamp alanından “Gariban yolu” adı verilen bir yol aracılığıyla 2. km.de bulunan yere kadar sürekli olarak tırmandık. Bu yola gariban yolu denmesinin sebebi Kabakçı Köyü’nde bulunan tren istasyonuna gitmek isteyen kişiler bu yolu kullanırken, gariban olarak addeddikleri bir gencin onların çantalarını taşımak suretiyle hayatını kazanması imiş. Gariban yolu 5. km’ye kadar sürüyor, ancak söylediğim gibi, bunun 2 km.si tırmanış.

    Ayçiçek tarlaları ile mavi gökyüzü insana tabloları anımsatıyor.

    1. km.nin bulunduğu yerde iz bırakarak çok da sık olmayan ormana girerek geri döndik. 3. km’den sonra zaten rahat bir iniş başlıyor. Burada yazlık evler görünmeye başlıyor. Pek çok insan çiftlik şeklinde yazlık evler inşa etmişler. 6 km. sonra Kabakçı’ya varılıyor. Her ikimiz de yanımıza nakit para almayı unuttuğumuzdan köyde banka kartı ile alışveriş yapılacak market olması çok isabet oldu. Acıkmaya başladığımız için yaban mersini, kızılcık ya da elmadan farklı planlarımız vardı :)

    Kabakçı köyünden karayolunu kullanarak da yine İhsaniye köyü üzerinden karayolu ile dönebilirdik ancak haritadan gördüğümüz bir patikayı kullanmaya karar verdik. 6. km’de gerçekleştirdiğimiz keskin dönüşle bu patikaya saptık. 7. km’de görülen sapma mısır tarlalarına dalarak bir süre yanlış yolda gitmemizden kaynaklanıyor. 8. km itibariyle tırmanış başladığından ormana girince tekrar mola verdik.

    Planımız gereği dönüş odununu burada toplayacaktık; zira sağlı sollu meşe ağaçları, kurumuş palamutlar vs. Burası bir yakacak cennetiydi. Molalar düşüldüğünde 1 saat 50 dakika ortalama 5,5 km/sa hızla bir kısmını öğle saatinde gerçekleştirdiğimiz yolculuk bizi yormaya başlamıştı.

    Doğa bizi yormadı…

    Epeyce işe yarar odun bulduk. (Keşke gece de bu kadarını bulabilseymişiz.) Karşılaştığımız tek tehlikenin sağlam bir arı kovanı olduğunu söyleyebilirim. Onun dışında bir kaç başıboş köpek gördük, o kadar.

     

    Mutlu son!

    Nihayet kamp alanına döndük. Fazla dinlenmeden ateş yakarak yiyeceklerimizi hazırladık. Ve mutlu son. Yemekten sonra biraz dinlendik ve İstanbul’a döndük.

    Gitmek isteyenler için özet geçelim:

    Kamp yeri: Çatalca ya da Silivri üzerinden İhsaniye köyüne vardıktan sonra İhsaniye-Bekirli yolu üzerinde Canlı Balık Tesislerini bulun. Tesisler solda kalıyor ise bir köprüden geçer geçmez soldaki toprak yola, oradan da solda kalan hafif eğimli toprak yola girerek ikinci küçük derenin üzerinden geçin. Solda elma ağaçları altında iyi bir kamp alanı göreceksiniz. Sola sapmasa idiniz gariban yoluna girecekti. Orası sık orman olduğundan en iyi alan burası.

    İhtiyaçlar: Köyde ihtiyaç duyulabilecek her şey temin edilebilir. Dere olduğundan sivrisineklere dikkat. Güvelerin sivrisinekten daha çok rahatsız ettiğini söyleyebilirim. Ateş yakınca yaklaşmayacaklardır.

    Doğal besin kaynakları: Elma, kızılcık, böğürtlen, yaban mersini (yemek isteyenler için çekirge).

    Hava: Ağustos ayında gece yaklaşık 10-15 derece kadar düştü. İstanbul ve Tekirdağ tarafında hafif ışık kirliliği olduğundan astronomik gözlem için pek de iyi olduğu söylenemez.

    Yakacak: Yanan ağaçlar bol. Tüten ağaçlara dikkat. Gece nemi olmadığından yine de bölgede bulunan dal parçaları efektif olacaktır.

    İletişim: Kesinti yok. 3G dahi çekiyor.

     

     

  • GEZİ NOTLARI: İĞNEADA / DUPNİSA

    Haftasonu kamp amacıyla Kırklareli ili, Demirköy ilçesi, İğneada beldesinde idik. İğneada sahilinde Dallas Büfe tarafından işletilen, Erikli gölü kıyısındaki kamp işletmesindeydik. Bu bölgede kamp yapmak isteyenler için özelliklerinden bahsedelim.

    Kamp yeri özellikleri

    Longoz ormanları yürüyüşünde ensem tamamen yandığı için korunmak amacıyla kafama tişört bağlamak zorunda kaldım. Kamp yerinin bitki örtüsü arkada görülüyor.

    Haziran ayı ilk haftasında gece oldukça soğuk oluyor. Yakınlardaki göl nedeniyle tüm gece yoğun kurbağa sesleri rahat bir uyku çekmenize engel olabilir. Dinlenmeden uyanmak bir dezavantaj. Hakim rüzgar karadenizden estiğinden sıkı giyinilmediği ve uygun bir mat kullanılmadığı halinde soğuk da uykuyu bölebilen etkenlerden.

    Bölgede sürekli kampçı bulunması sebebiyle uysallaşmış, evcilleşmiş ama başıboş köpekler çok fazla. Siz uyur uyumaz açıktaki poşetleri dağıtmaya başladıklarından eşyaların mutlaka ağaç dallarına asılması gerekiyor. Köpeklerin gece kendi aralarında yaptığı kavgalar da iyi bir uyku için engel.

    Gecenin soğukluğuna karşın gündüz çok sıcak. Çadırı mutlaka gölgelik bir yere çekmek gerekiyor. Çadırınız iyi yalıtımlı ise güneş doğduktan sonra bir miktar daha uygun sıcaklık düzeyi tutturulsa da saat 08:00’den sonra toprağın da ısınması ile birlikte içeride durulmaz hale geliyor.

    Bölgede su yılanı sayısı fazla, ancak herhangi bir tehdit yaratmıyor. Göl bataklık yapısına sahip olsa da rahatsız edici bir kokusu yok. Büfe işletmesinin ilgilendiği 2 erkek, 2 de kadın tuvalet kabini var. Sahildeki duş kabinlerinin kapıları kırık.

    Merkezde ihtiyaçlarınızı giderebileceğiniz büyük bir market var. (Işık Market)

    Sınırlı çeşitteki ihtiyaçlar Dallas Büfe’den karşılanabilir.

    Bölge gece yoğun çiğ altında kaldığından oradan toplanabilecek çalı çırpı çok yaş ve yanmada problem çıkarıyor. Ağaçlar yanan değil tüten cinsten. Bu yüzden liman tarafındaki ormandan ya da şehrin hemen dışındaki meşelikten odun toplayıp gelmek gerekiyor.

    Longoz ormanları

    Bölgenin en önemli gezi parkurlarından birisi Longoz Ormanları. İğneada Longoz ormanları kaldığımız kamp alanına 7,5, şehrin tam çıkışına ise 5,5 kilometre idi. Sabah yola çıkıldığında karayolu sürekli güneş aldığından gerekli önlemler alınmalı. Yol üzerinde sadece bir çeşme var. Bu yüzden su ihtiyacı iyi hesaplanmalı. Temmuz ve Ağustos için yavaşlatma durumu dahi olsa yanlardaki ormanlık alanlardan yürünmesini şiddetle tavsiye ederim.

    Longoz Ormanları için rota. Toplamda 7,5 km. Gidiş dönüş 15 km. süreceğinden ve az çeşme bulunduğundan su miktarı iyi ayarlanmalı.

    Longoz ormanları oldukça vahşi bir orman. Geyik sinekleri ve eşek arıları büyük risk. Ben bölgede hiç geyik görme şansı yakalayamadım. Yaban domuzu olmaması da bir avantaj ancak haziran sonu itibariyle engerek yılanlarına dikkat etmek gerekiyormuş. Orman deniz seviyesi altında olduğundan bataklık yapılarla karşılaşma riski yüksek, zira Longoz demek Türkçe’de “Subasar” demek. Bu orman, dere suyunun birikintileri üzerine kurulu ve yer yer ağaç kökleri tamamen su içerisinde. Bu yüzden yalnız girilmemesi ve gerekli önlemlerin alınması önemli.

    Yol boyunca en sık görülebilecek ağaçlar Kayın, Meşe ve Çam. Orman yakacak yönünden bol. Zaman zaman yaban eriklerine rastlanabiliyor.

    Karayolundan yürürken en büyük problem güneş. Sinek kovucu ile güneş kremi arasındaki tercihi 2.sinden yana kullanın.

    Siz siz olun sinek kovucu ile güneş kremi arasındaki tercihi ikinciden yana kullanın. Sinekler büyük dert açmadılar -ve geyik sinekleri de sinek kovucudan pek etkilenmiyorlar- ama karayolundan yürüyecekseniz mutlaka güneş kremi sürün. Ayrıca yol çakıllı ve gelen geçen arabaların fırlatabileceği taşları da dikkate alarak daha açıktan yürüyün.

    İğneada Deniz Feneri

    İğneada’dan sahil yolu tutulduğunda yaklaşık 4 km. sonra liman ve limanın üzerinde deLimanköy var.

    Limanköy’de Türkiye’nin en kuzeybatı deniz feneri bulunuyor. Çok özellikli olmasa da burası görülebilir. Ayrıca gördüğümüz kadarıyla Limanköy de kamp için oldukça uygun bir yerdi. Son gününüzde hazır yemek isterseniz Limanköy’deki konukevini deneyebilirsiniz. Oldukça temiz olan tesiste güzel yemekler var. İşleticilerden Şermin Hanım ilginç börek denemeleri yapabiliyor.

    Dupnisa Mağarası

    Adı zaman zaman İğneada ile anılsa da Dupnisa Mağarası oldukça uzak ve araçlar için zorlu bi yolda.  İğneada’dan İstanbul’a dönerken değerlendirirseniz Dupnisa yolunun sizi yorabileceğini hesaba katın. Zira Demirköy’den Dupnisa’ya dönüldüğünde 30 km. kadar oldukça bozuk, virajlı bir yoldan gidiliyor ve yol köprü üstlerinde tek şeride düşüyor.

    Fakat bu yolu geçip de Dupnisa’ya vardığınızda buna değeceğini düşüneceksiniz.

    Dupnisa Mağarası epey büyük bir mağara. Toplam uzunluğu 3200 metre ve 1000 metresi sulu. (Kaynak: Vikipedi)

    Yürüyüş parkuru yapılmış ve dışına çıkılmasına izin verilmiyor ama maceracı bir ruh olarak zincirleri aşıp mağaranın gizli köşelerini keşfedebilirsiniz. (Tabi ki biz yapmadık :P )

    Mağaranın en yukarıda bir çıkışı var. O çıkıştan insanlar genelde geri dönüyorlar ama ben dönmemenizi, aşağıya tepenin üstünden inmenizi tavsiye ederim. İniş zor değil ve herhangi bir ekipman olmadan da rahat rahat inilebilir. Kayalar kolay bir inişe imkan sağlıyorlar.

    En çok üzüldüğüm şey mağara ekosisteminin neredeyse bitmiş olmasıydı. Mağara canlıları için oldukça uygun olabilecek yerdeki canlıların nereye gittiği konusunda hiçbir fikrim yok ve aslında bu konuyu da araştırmak istiyorum.

    Dupnisa Mağarası zor bir yolun sonunda ama gördüğünüz zaman pişman olmuyorsunuz.

    Dupnisa Mağarası dışında küçük bir işletme var. Burada çay, soğuk içecek ve gözleme bulunabilir. Karpuz satan bir yer yoktu ama yanınızda karpuz getirirseniz Rezve deresinin mağaradan çıkan buz gibi suyunda çatlatabilirsiniz :)

    Dönüşte Vize’de iken İstanbul yoluna sapan göbekte ekmek fırını var. Orada köy ekmeği yemeyi de unutmayın.

    Not: Fotoğraflar için Sinem Doğan’a teşekkürlerimle…