Tarih 8 Mart 1857.
New York’taki dokuma fabrikasının emekçi kadınları için önemli bir gündü. Daha ucuza daha uzun süreler çalıştırabildikleri için özellikle istihdam edilen kadınlar her gün olduğu gibi o sabah da hiç memnun olmadıkları ancak çalışmaya da mecbur oldukları işlerine gidiyorlardı. Dinlenebilmiş değillerdi, işlerinde mutlu da değillerdi, zaten mutluluk gibi bir beklentileri de yoktu… Tek dertleri hayatta kalmak, çocuklarını doyurabilmek, yaşayabilmekti; ta ki o güne kadar:
O gün bekledikleri büyük gündü. O güne dek becerilemeyeni becermeye, hep birlikte greve gitmeye karar vermişlerdi. Clara, Rachel, Anne ve daha niceleri, henüz icat edilmemiş asgari ücretten, azami çalışma sürelerinden haberdar değillerdi, ama yaşamın gereğiymiş gibi görünen ve hayatlarından çalan bu düzene o gün karşı çıkacaklar, seslerini kendilerini bir makine parçasından farksız görenlere duyurmaya çalışacaklar, gerekirse insan gibi yaşayabilmek için öleceklerdi.
Fabrika önünde biriken kalabalık az sonra grevin startını verdi. Zaten işkillenen polis kuvvetleri de patron tarafından oraya sevk edilmişti. Polis patronun yanında yer aldı, kalabalığı var gücüyle dağıtmaya çalıştı. Saldırıya uğrayan işçi kadınlar kendilerini fabrikaya attılar ama daha kötü bir talihsizlikle karşılaştılar: İçeride bir yangın patlak verdi ve az önce dayaklarından kaçtıkları polisin kurduğu barikat bu defa kadınların yangından kaçmalarını engelledi. İzdiham sonucunda 129 kadın işçi ezilerek ve yanarak öldüler*.
Bu hikaye, bugünlerde her yıl 8 Mart geldiğinde size kadınlar gününe özel indirimler sunan mağazalarınız, bu mağazalarla anlaşma yapan bankalarınız, dudaklarını bükerek “kadınlar günümü kutlamadın amaaa” diye serzenişte bulunan arkadaşlarınızın bilmediği hikayedir. 8 Mart “Dünya Kadınlar Günü” değil, Dünya Emekçi Kadınlar Günü’dür. Sırf kadın oldukları için, çocuklarına ekmek götürmek için çalışmak zorunda olan, emeklerinin sömürülmesine sesini çıkaramayan, dayak ya da işkenceye maruz kalan kadının günüdür.
Tekstil işçisi Fatma Ana’nın, temizlikçi Huriye Hanım’ın ve hatta Sema Amir’in günüdür.
Ücret “doyurucu” değil “koruyucu”dur
Ölüm kaçınılmaz. Bundan kaçamayacağız. Bundan kaçamayacağımız için hem kendimiz, hem de yakınlarımız için “en azından şöyle olsun…” dediğimiz temenniler vardır. Şüphesiz bu temennilerden birisi ölümün acısız olması ise, bir diğeri de ecelin biz sevdiklerimizin yanında iken gelmesidir.
Merhum Sema Amir’in ilk temennisi gerçekleşmiş ise bu bize bir tesellidir, ama ya ikincisi?
Eminim onunla aynı sektörde yer aldığımız için işin bu uluslararası doğasından nasibini alan hepimiz rahatlıkla empati yapabiliyoruzdur: Kendimizin ya da bir yakınımızın sevdiklerinden uzakta hayata gözlerini aniden yumması ne acı, ne katlanılmaz bir sondur…
Şimdi bu acı son bazı konuların yeniden gündeme gelmesine sebep oluyor bakıyorum: Herkes yeniden kabin personelinin çalışma şartlarına odaklanmış durumda. Hala aynı tartışmalar. Toplu sözleşme zamanında ya da grev sırasında olandan pek bir farkı yok… Tek fark, acı bir ölüm.
Bernard Shaw’un haklı bulduğum bir sözünü paylaşmak isterim: “ Yeryüzünde hüküm süren kuvvet, hayat kuvveti değil, ölüm kuvvetidir.”
Peki Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün 129 tekstil işçisinin ölümünden doğuşu gibi, kabin personelinin çalışma şartları da bu “ölüm” ile gerçek anlamda sorgulanmaya başlanabilecek mi?
Şimdi duyguları bir kenara bırakalım ve bilimsel bakalım…
Birikmiş (başka bir deyişle kronik yorgunluk) konusunun tıbbi olarak tartışılmasının bugüne kadar bir işe yaramadığını gördük. Şimdi daha farklı bir alandan bakacağız: Yüksek ücret gerçekten de her derde deva mıdır?
İş tatmini insanların işlerinden duydukları mutluluğu ifade eder. Başka bir deyişle çalışanların işlerine karşı tutumudur. Pek çok faktörden etkilenir. Herzberg, iş tatminini sağlayan faktörleri ikiye ayırmıştır:
Birincisi, insanın işini sevmesine sebep olan, onun işine karşı olumlu duygular beslemesini sağlayan ve o işe sahip olduğu için mutlu kılan “doyurucu faktörler”.
İkincisi ise, insan mutsuz, stresli dahi olsa, sağlığı bile bozulsa, işinden nefret dahi etse onun işten ayrılmasını engelleyen “koruyucu faktörler”.
Yapılan yüzlerce bilimsel çalışma göstermektedir ki, ücret faktörü, yani maaş, insanın sadece işinden ayrılmasını engelleyen bir “koruyucu faktör”dür. Doyurucu faktör değildir. Kabin personelinin şikayetlerine, işleriyle ilgili beyan ettikleri mutsuzluklara “ama standardın üzerinde maaş alıyorsunuz” yanıtını vermek Herzberg’in ilk olarak ortaya attığı ve araştırmalarla defalarca kez ortaya konan bu gerçeği göz ardı etmektir . Bu hatayı sadece konuyla direkt olarak ilgisi bulunmayan insanlar değil, THY ve hatta sendika yöneticileri de yapıyor. (Oysa Dünya markası olma yolundaki THY’nin İşletme’nin bu çok önemli konusuyla ilgili teorileri ve pratik çalışmaları bilmesi gerekir. Öyle değil mi?)
İddia ediyorum, şimdi yapabiliyorsanız 200-300 kadar kabin memuruna sorun, “size daha az ücret verilse, ancak yorgunluğunuz ve sosyal, ailevi ve duygusal dünyanız da dikkate alınarak, daha insani, daha az yorucu bir uçuş programı sağlansa kabul eder miydiniz?” deyin, büyük oradan “evet” yanıtını duyacaksınız.
Belki de odaklanılması gereken kısım burasıdır ve hatta çözüm de burada yatıyordur.
THY doğal olarak maliyetlerini düşürmek ve kâr etmek isteyen bir işletmedir ama en doğru stratejiyi belirlerken işletme biliminden ne kadar faydalanmaktadır? İş tatminin faktörlerine ne kadar eğilinmektedir? Gerçekten de buna karar veren yöneticiler sadece yüksek ücretle her şeyin çözüleceğini düşünüyorlar mı? Aynı soruyu sendikal örgütlere de soruyorum: Ücreti pazarlık unsuru yaparken daha önemli noktaları gözden kaçırıyor olabilir misiniz?
Her şey para değil. Hatta para hiçbir şey değil… Şimdi Sema Amir’in ailesi bugüne kadar THYAO’dan aldığı tüm ücretleri iade etsin, hadi bakalım Sema Amir’i geri getirebilecekler mi?
“Dünya Emekçi Kadınlar Günü”nün hemen ardından gerçekleşen bu acı olay için, Müstecaplıoğlu ailesine, Türk Hava Yolları’na ve tüm sektörümüze başsağlığı dilerim.
* Bu hikaye bir apokriftir. Yani gerçekte olup olmadığı kesin olarak bilinmemektedir, ancak 1910 yılındaki Uluslar arası Sosyalist Kadın Konferansı’ndan bu yana gerçekleştiği kabul edilir ve Kadınlar Günü fikri de bu hikayeye dayandırılmıştır.