Yine gayrinizami not kısmından bir yazı… Uzun yazamadığım zamanlardayım. Herkesin en az bir kez düşündüğü şeyi, her bir kaç saatte bir düşünüyorum: Bizden başka hayatlar. Evrenden bahsediyorum, zengin, fakir, siyah, beyaz, meczup, budist vs. değil. Evrende bizden başka bir yerde canlılık mevcut mu?
Ne kadar yeni gelişmeler olsa da bir süre sonra başka bilim adamlarınca yanlışlanan ve cevabı “şimdilik hayır” olan soru. (Yeni bir gelişme olmuş ve göktaşlarından birinin içinde bakteri fosilleri tespit edilmiş, hem de dünyamızdakine benzer. Detaylı bilgi: http://www.ntvmsnbc.com/id/25189460/)
Her şeyden önce, gözlenen onlarca manalı ve uzaylı icadı olduğundan emin olunan ışık, anlatılan yüzlerce kaçırılma öyküsü genelde palavra. Bunu bilimci ağzıyla söylemiyorum; zira bilimciler de keyfine yalanlamıyorlar: Carl Sagan’ın deyimiyle, emin olun biraz gerçeklik payı olsa bunu en çok ispatlamak isteyen aslında bilimcilerdir, zira uzay keşfi programlarında çalışan onlarca, yüzlerce, +binlerce bilim adamı ve mühendis hayatlarını buna adamışlar.
Zira bizden başka bir yaşam olması demek, kainattaki derin yalnızlık duygumuzu paylaşmak demek. Varlığa, canlılığa dair bildiğimiz ne varsa hepsinin yeniden yazılması, değişmesi demek. Hatta ve hatta insanlık tarihinde tek bir devrim olacaksa da o devrim bu devrim olacaktır.
Dünya’dan başka gezegenlerde hayat olma olasılığı var mıdır tabi? Elbette vardır. Üstelik olabilmesi için dünya gibi bir gezegen de olması şart değildir diye düşünüyorum. Zira canlılık dediğimiz illa ki kaçırıldığını ya da uzaylı gördüğünün iddia edenlerin ya da biz insanların bilim kurgu filmlerinde görmeye ve göstermeye alışık olduğu türden iki kollu, iki bacaklı, varsa gözlü, burunlu olmak zorunda da değil.
Yine de ortak bazı noktalar var: Mesela karbon, sonsuz sayıda kombinasyon yaratabilecek kadar bağ oluşturabilen çok özel bir element ve eğer ki yaşamın bir yapıtaşı olacaksa bunun karbon olma olasılığı daha yüksek. (“Bu karbondur” değil! Dikkat! Olasılığı yüksek.)
Neredeyse aynı kabiliyette bağ yapabilen bir element daha var: Silisyum. Ne var ki silisyumdan elde edebileceğiniz bileşikler karbon gibi yumuşak ve esnek olmayacaktır, ancak bu silisyumdan da canlılık gelişemeyeceği anlamına gelmiyor: Dediğim gibi, canlılık bizim hayalimizde canlandırdığımız kadar sınırlı bir olay değil.
Çok aşırı soğuk bir gezegende silisyum bileşiklerinden oluşan bir havuzda çakan bir yıldırım sonucu oluşabilmiş bir molekül kendini kopyalayabilecek bir form alabilirdi. Derken bu molekül metalik bağ ile tutturulmuş bir kaç bakır atomuna da denk gelebilirdi. Bir şekilde kendini kopyalayan bu moleküller yaygın olarak bulunan bakır atomlarını yakalayıp ilk tek hücreli canlıları oluşturabilirlerdi. Daha sonra bunların bir kısmı sık sık çakan şimşekler sayesinde besin üretir hale gelebilirlerdi ki bu bir süre sonra onların ürettiği besini yiyen asalak canlılar da oluşmasına yol açardı. (Av-avcı ilişkisi). Yüz binlerce yıl sonra zayıf olan magnetosfer sebebiyle sık sık gerçekleşen mutasyonlardan birisi sayesinde bir hücre diğerlerini organize edebilecek yapıya kavuşabilirdi ve ilk çok hücreli canlı da oluşurdu. Milyonlarca yıl sonra bu gezegene geldiğinizde şöyle bir manzara ile karşılaşabilirdiniz: Temelde birbiriyle bakır teller (sinirler) aracılığıyla haberleşen özelleşmiş silisyum tabanlı dokulardan oluşan yüzlerce çeşit canlı. Bunların bir kısmı avcı, bir kısmı av. Bir kısmı da çakıp duran şimşeklerden kendi besinlerini üretebilen bakır gövdeli ağaçlar, fidanlar… Manyetik alanı algılayabilen özel organları olduğundan bugün bizim onlarsız kendimizi düşünemediğimiz göz, kulak vb. organlara da hiç ihtiyaç olmazdı. Bu manyetik alanı algılayan duyargalar gezegendeki demirlerin topçuklar halindeki şekillerinden olabilirdi: Bizim salyangozumuz içerisinde yer çekimini algılamamızı sağlayan toplar gibi. (Onlar demir değil tabi ama böyle deneyler yapıldı: Kedinin salyangozuna demir tozları yerleştirildi ve nereden mıknatıs yaklaştırıldıysa orayı yer sandı).
Bu yüzden bu sorunun yanıtı hala ve hala “şimdilik hayır”dır.
Birileri size üç bacaklı, iki kollu, iki gözlü bir şeyler anlatıyorsa yüksek ihtimalle yalandır. (Yüzbinlerce yıl önce insanlık gezegen turuna çıkıp başka bir gezegende başka bir evrimi takip etmediyse tabi…)
ne kadar yeni gelişmeler olsa da bir süre sonra başka bilim adamlarınca yanlışlanan ve cevabı “şimdilik hayır” olan soru.
her şeyden önce, gözlenen onlarca ışık, anlatılan yüzlerce kaçırılma öyküsü genelde palavra. Bunu bilimci ağzıyla söylemiyorum; zira bilimciler de keyfine yalanlamıyorlar: Carl Sagan‘ın deyimiyle, emin olun biraz gerçeklik payı olsa bunu en çok ispatlamak isteyen aslında bilimcilerdir;
Zira bizden başka bir yaşam olması demek, kainattaki derin yalnızlık duygumuzu paylaşmak demek. Varlığa, canlılığa dair bildiğimiz ne varsa hepsinin yeniden yazılması, değişmesi demek. Hatta ve hatta insanlık tarihinde tek bir devrim olacaksa da o devrim bu devrim olacaktır.
Dünya’dan başka gezegenlerde hayat olma olasılığı var mıdır tabi? Elbette vardır. Üstelik olabilmesi için dünya gibi bir gezegen de olması şart değildir diye düşünüyorum. Zira canlılık dediğimiz illa ki kaçırıldığını ya da uzaylı gördüğünün iddia edenlerin ya da biz insanların bilim kurgu filmlerinde görmeye ve göstermeye alışık olduğu türden iki kollu, iki bacaklı, varsa gözlü, burunlu olmak zorunda da değil.
Yine de ortak bazı noktalar var: Mesela karbon, sonsuz sayıda kombinasyon yaratabilecek kadar bağ oluşturabilen çok özel bir element ve eğer ki yaşamın bir yapıtaşı olacaksa bunun karbon olma olasılığı daha yüksek. (Bu karbondur değil! Dikkat! Olasılığı yüksek.)
Neredeyse aynı kabiliyette bağ yapabilen bir element daha var: Silisyum. Ne var ki silisyumdan elde edebileceğiniz bileşikler karbon gibi yumuşak ve esnek olmayacaktır, ancak bu silisyumdan da canlılık gelişemeyeceği anlamına gelmiyor: Dediğim gibi, canlılık bizim hayalimizde canlandırdığımız kadar sınırlı bir olay değil.
Çok aşırı soğuk bir gezegende silisyum bileşiklerinden oluşan bir havuzda çakan bir yıldırım sonucu oluşabilmiş bir molekül kendini kopyalayabilecek bir form alabilirdi. Derken bu molekül metalik bağ ile tutturulmuş bir kaç bakır atomuna da denk gelebilirdi. Bir şekilde kendini kopyalayan bu moleküller yaygın olarak bulunan bakır atomlarını yakalayıp ilk tek hücreli canlıları oluşturabilirlerdi. Daha sonra bunların bir kısmı sık sık çakan şimşekler sayesinde besin üretir hale gelebilirlerdi ki bu bir süre sonra onların ürettiği besini yiyen asalak canlılar da oluşmasına yol açardı. (Av-avcı ilişkisi). Yüz binlerce yıl sonra zayıf olan magnetosfer sebebiyle sık sık gerçekleşen mutasyonlardan birisi sayesinde bir hücre diğerlerini organize edebilecek yapıya kavuşabilirdi ve ilk çok hücreli canlı da oluşurdu. Milyonlarca yıl sonra bu gezegene geldiğinizde şöyle bir manzara ile karşılaşabilirdiniz: Temelde birbiriyle bakır teller (sinirler) aracılığıyla haberleşen özelleşmiş silisyum tabanlı dokulardan oluşan yüzlerce çeşit canlı. Bunların bir kısmı avcı, bir kısmı av. Bir kısmı da çakıp duran şimşeklerden kendi besinlerini üretebilen bakır gövdeli ağaçlar, fidanlar… Manyetik alanı algılayabilen özel organları olduğundan bugün bizim onlarsız kendimizi düşünemediğimiz göz, kulak vb. organlara da hiç ihtiyaç olmazdı. Bu manyetik alanı algılayan duyargalar gezegendeki demirlerin topçuklar halindeki şekillerinden olabilirdi: Bizim salyangozumuz içerisinde yer çekimini algılamamızı sağlayan toplar gibi. (Onlar demir değil tabi ama böyle deneyler yapıldı: Kedinin salyangozuna demir tozları yerleştirildi ve nereden mıknatıs yaklaştırıldıysa orayı yer sandı).
Bu yüzden bu sorunun yanıtı hala ve hala “şimdilik hayır“dır.
Birileri size üç bacaklı, iki kollu, iki gözlü bir şeyler anlatıyorsa yüksek ihtimalle yalandır. (Yüzbinlerce yıl önce insanlık gezegen turuna çıkıp başka bir gezegende başka bir evrimi takip etmediyse tabi…)