Bir kaç saat önce AHL’de Türkiye tarihinin en büyük terör eylemlerinden biri gerçekleşti. Artık diyecek bir şey bulamıyoruz… (Gerçekten bu kısmı yazıp yazıp sildim. Ne diyeceğiz ki? Bir şey değişmiyor.)
Ancak bu saldırının daha öncekilerden bazı farkları vardı. Elbette başlıca fark havalimanı gibi uluslararası bir mekânda gerçekleştirilmesi. Havalimanları, bir ülkenin sınır kapısıdır. Bir aktarma merkezidir. Şehiriçi araçlarla gelinir, uçakla gidilir; ve de tersi: Uçakla gelinir ve şehiriçi araçlarla şehre dağılınır. Yani, havalimanındaki faaliyetlerin durması, kısa bir süre içerisinde çok fazla insan yığılmasına neden olur. Hele ki AHL gibi kalabalık bir havalimanında.
Nitekim dünkü saldırıda da, öncelikle seferlerin durdurulması nedeniyle gideceği yere gidemeyen yolcular, daha sonra da inişi gerçekleşen uçakların bekletilen yolcuları yığıldılar.
Yerli veya yabancı, bu yolculardan pek çoğu gideceği yere taksi kullanarak gitmeyi düşünüyordu. Lakin gecenin ilerleyen saatlerinde Twitter’de aşağıdaki tarzda haberler uçuşmaya başladı:
Hemen inanmak istemediğimden teyit etmek için Twitter’da benzer mesajlar olup olmadığına baktım. Görünüşe göre gerçekti… İlginçtir, pek şaşırmadım.
Afet Fırsatçılığı, Fiyat Patlaması ve Yağma
Bu davranışa afet fırsatçılığı denir. Ürün, mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki roket gibi artışa ise fiyat patlaması. Genelde klasik iktisadın prensibi geçerlidir: Talep yüksek, arz düşük… O halde fiyat yükselir. Devlet -ya da örgütlü siviller- müdahale edene kadar da sürer.
Afet fırsatçılığının daha kötü türleri de var: Mesela yağma. 1999’da gerçekleşen Marmara Depremi’nde enkaz altında kalan cesetlerin takılarını soyacak kadar şerefini yitirenler vardı mesela. Fiyat patlaması oralarda da yaşandı elbet: Hatırlayanlar olacaktır: Gıda fiyatları on misli artmıştı deprem bölgelerinde. Benzerini de ben yaşadım: 2004’te geçirdiğim tren kazasında iyileştikten sonra jandarmaya çantamı almaya gittim. Üzerinde kocaman bıçak kesiği vardı. Nedenini sordum, “yağmacılar bilgisayar var mı diye kesip bakarlar” dediler. Pek çok kazada olabiliyormuş!
2009’daki İstanbul sel felaketinde neler olduğunu da pek çoğumuz hatırlıyor olmalıyız. Selin İstanbul’un sanayi bölgesinde gerçekleşmesi nedeniyle pek çok fabrikanın malları caddelere, sokaklara saçılmıştı. Yağmacılar, kamyonlara yükleyerek götürdüler malları. Birbirleriyle kavga ettiler. Kameralara takılan bir tanesinin ne söylediğini hiçbir zaman unutmayacağım. Adam bir yandan sel suyunun sürüklediği malları toplarken, diğer yandan “oruç tutmuyorlar ondan oluyor” demişti.
Sorun ne? Çözüm nerede?
Bu olanlardan toplum hakkında bir genelleme yapmak mümkün değil. Bu yüzden sorunu yağmacının kendisinde, kültürde ya da toplumda aramak, çözüm bulmaya katkı sağlamaz. Öte yandan bir gerçeği de görmek lazım: O çok bahsedilen birlik, beraberlik filan var ya… İşte o “siyasi birlik, siyasi beraberlik” oluyor Türkiye’de hep. İş insanî dayanışmaya gelince fıs… Ve işte görüyorsunuz afet fırsatçılarını. Tam bu noktada susmak istiyorum. Sonra ağzım bozuluyor.
Esas mesele ise “acil eylem planı” eksikliği…
Türkiye bir deprem ülkesi. Türkiye terör tehdidiyle yaşayan bir ülke. Türkiye alt yapı eksiklikleri dolayısıyla sel felaketleriyle karşılaşan bir ülke. Yani her türlü felaket için kaydadeğer bir risk taşıyoruz. Daha bir kaç ay önce Brüksel havalimanında saldırı olmuşken “havalimanına saldırı riski” öyle yabana atılacak risk değil.
Güvenlik zaafiyetinden filan bahsetmiyorum, hayır… Kontrol noktasında gerçekleşmiş bir saldırı bu zaten. Noktayı nereye koyarsanız, saldırı da orada olur. Engellemenin tek yolu istihbarat. Zaten söylemeye çalıştığım şey başka:
İstanbul Atatürk Havalimanı gibi aşırı yoğun bir meydanda, uçuş faaliyetleri sadece terörle değil, herhangi bir nedenle dursa (pistte kaza yaparak pisti kapatan bir uçak da olabilirdi bu), orada insanların yığılacağı belli. Nasıl olur da böyle bir yığılma için acil eylem planı olmaz?
İnsanları taksicilerin insafına bırakamazsınız! Birincisi, herkesin taksi parası olmayabilir. İkincisi, kime yetecek o kadar taksi? Dünya’nın en yoğun 11. havalimanından bahsediyoruz. Böyle zamanlarda oraya derhal 40–50 adet otobüs sevkedecek bir planın her an uygulanmak üzere kenarda bekletilmesi gerekmez mi?
Neyse ki, sorun iyice ayyuka çıkıp da insanlar İBB Beyaz Masa’ya mesaj göndermeye başladıktan bir süre sonra otobüslerin gönderildiğini duyduk. Twitter’den bu taleplerini iletenlere mesajla yanıt da verdiler.
Yaklaşık bir buçuk yıl önce tercüme ettiğim bir öykü bu. Uzun süredir kenarda bekliyordu çünkü Özgün Muti ile birlikte gerçekleştirmek istediğimiz bir projeydi bu. Ve eğer başka çevirenler de bulabilseydik, başta Ray Bradbury editörlüğünde çıkan Futuria Fantasia adlı dergideki öyküler olmak üzere pek çok telifi düşmüş öyküyü tercüme edip Türkçe’ye bir kitap olarak kazandıracaktık. Ne yazık ki bu kapsamlı projeyi geçen süre zarfında gerçekleştirme imkanı bulamadık.
Aşağıdaki öykü Lyn Venable‘a ait. IF Worlds of Science Fiction dergisinin 1953 yılı Ocak sayısında yayımlanmış (Gutenberg Project). Sonradan öğrendiğime göre 1959 yılında Alacakaranlık Kuşağı dizisinin 8. bölümü bu hikayeden uyarlanmış (Kaynak: Wikipedia).
Bu arada; bugüne dek iki kurgu-dışı eser çevirdim ama bu benim ilk kurgu tercümem. Kurgu çevirmenleri aksini iddia etse de, bence kurguyu çevirmek daha zor. Yazarın üslubu ile kendi üslubunuz arasındaki çatışmaları gidermek gerekiyor. Bunu hakkıyla yapabilmek de zor.
Umarım beğenilir. Sevgiler.
Tevfik Uyar.
Atom bombası pek çok insan için bir son demekti. Henry Bemis içinse biraz daha farklı bir anlama geliyordu- minnet duyulası, keyiflenilesi bir şey…
Nihayet Vakit Var!
Uzun bir süredir Henry Bemis’in şöyle bir hâyâli vardı: Bir kitabı okumak. Ama öyle başlığını, sunuşunu ya da ortalardan bir sayfasını değil. Başından sonuna dek, ilk sayfasından son sayfasına bütün bir kitabı okumak. Birçoğu için büyük bir hayal değildi bu elbette ama bu hayalin içeriği Henry Bemis’in bedbaht hayatı için bir tür imkânsızlığa karşılık geliyordu.
Henry’nin kendine zaman ayırmak gibi bir lüksü yoktu. Zamanının bir kısmını patronu olacak Bay Carsville’e maaşı karşılığında satmıştı. Kalanı ise eşine, Agnes’e aitti. Agnes’in tüm haklarına kayıtsız şartsız el koyduğu bu zaman diliminde Henry’nin yapmasına izin verdiği tek şey işine gitmesi ve işten dönmesiydi.
İşin kötüsü felek de Henry’e sillesini vurmuş ve ona ıslah olmaz bir çift miyop göz vermişti. Zavallı adam o kadar miyoptu ki burnunun ucunu bile göremiyordu. İlk başta ana-babası onu zeka özürlü sanmıştı. Bir süre sonra meselenin Henry’nin gözleri olduğunu anlayınca ona bir gözlük aldılar ama kayıp zamanın telafisi yoktu işte. Gözlüklü Henry kalan zamanda okuyamadan geçirdiği o yılların acısını çıkarma şansı bulamadı. Aslında şimdi de öyle bir şansı yoktu zaten… Ama bir gün, tüm bunları değiştirecek bir şey oldu.
Hadise gerçekleştiğinde Henry, Eastside Bank & Trust’ın bodrum katındaydı. Bir kafese tıkılıp da geçirdiği mesaisinden kaytarabildiği bir kaç dakikayı o sabah satın aldığı derginin bir kaç sayfasını okumaya ayırmıştı. Bay Carsville’e müşterilerden birine ait tüm fatura koçanlarına bakması gerektiğini bahane ederek bodruma inmiş, bodurumun loş ışığında paltosundan çıkardığı cep dergisini okumaya başlamıştı.
“Yeni Silahlar ve Size Yapabilecekleri” adlı makaleyi büyük bir keyifle okumaya başlamıştı ki bir anda kulaklarına duyup duyabileceği en yüksek gürültü doluverdi. Gürültü öylesine şiddetliydi ki, sanki aynı anda hem dışarıdan hem de kendi içinden geliyordu. Derken asfalt beton onunla birlikte yükselmeye, tavansa üzerine doğru eğilip çökmeye başladı. Henry’nin aklına bir an için daha geçenlerde okuduğu “Kuyu ve Sarkaç” adlı öykü geldi. O hikâyeyi bitiremediği ve sonunu asla öğrenemediği için üzüldüğü sırada ortama karanlık, sessizlik ve bilinçsizlik hakim oldu.
Kendine geldiğinde Eastside Bank & Trust’ın o bildik manzarasında ciddi derecede bir yanlışlık olduğunun farkına vardı: Bodrumun ağır çelik kapısı burulup bükülmüş, taban kafa karışıklığı yaratacak şekilde yerinden kalkmış, tavan da çılgınca onun üzerine çöreklenmişti. Henry ihtiyatla ayaklarını oynattı, kollarını ve bacaklarını hareket ettirmeye çalıştı. Bi’yerinin kırılmadığından emin olduktan sonra bir an için panikle ellerini gözlüklerine götürdü: Tanrıya şükür gözlükleri sağ salim yerindeydi! Yoksa darmadağın olmuş bu bodrumdan hayatta yukarı çıkamazdı.
Aklının bir kenarına yazdı hemen: Dr. Torrance’a kendisine yedek gözlük göndermesi için mektup yollayacaktı. Allah’ın belası doktorlar kolay kolay reçete yazmazdı ama şişedibi gözlük camlarını reçeteye uydurmada Dr. Torrance’tan başkasına güvenemezdi. Henry, ağır gözlüğünü çıkarınca odanın görüntüsü aniden bulandı. Pembe bir leke –kendi eliydi bu pembelik- beyaz bir baloncukla –o da cebinden çıkardığı mendildi- buluştu ve gözlük camlarını itinayla sildi. Gözlüğü yeniden takınca burun köprüsünden aşağıya bir miktar kayıverdi. Yakın zamanda vidaları sıktırması gerektiği anlamına geliyordu bu.
Bilincine henüz kavuştuğunun farkında olmadan, aslında az önce bir şeyler olduğunu, bu şeyin bir kazan patlamasından, bir gaz hattının infilak etmesinden hatta bugüne dek olmuş her şeyden daha kötü bir şey olduğunu fark etti. Fark etti; çünkü ortam olağanüstü sessizdi. Olan şey her neyse yukarıdan ne bir siren vızıldaması, ne bir çığlık, ne de bir koşuşturma duyuluyordu. Hiç de hayra yorulamayacak, insanın içine işleyen bir sessizlikti bu.
—
Henry eğilmiş tabanın üzerinden yürüdü. Arada bir kayarak ve sendeleyerek de olsa yamuk zemin üzerinden asansöre ulaştı. Asansör kabini şaftın üzerine düşmüş, resmen bir tür akordeona dönüşmüştü. İçerisinde Henry’nin bakamayacağı türden bir şeyler vardı; böyle hani sanki bir zamanlar insanmış ve hatta insan grubuymuş da şimdi ne olduğunu söyleyebilmenin pek de mümkün olmadığı bir bulamaca dönmüş bir şey…
Henry gördüğü manzara yüzünden sersemledi biraz ve pek de iyi hissetmez bir halde merdivenlere yürüdü. Basamaklar hâlâ oradaydı ama hepsi allak bullak olmuş, bazıları diğerlerinin üzerine binmiş gibiydi. Çaresiz devam etti ve bir merdivenden çıkıyor olmaktan daha çok bir dağa tırmanırcasına yukarı kata erişti: Bir zamanlar bankanın lobisi olan yer büyük ve sessiz bir salona dönmüştü resmen. Eskiden tavanın olduğu yerde asılı kalan kirişlerin arasından sızan güneş nedeniyle tuhaf bir şekilde neşeli görünüyordu aslında. Parçalı ışık sessiz lobide ışıldıyor ve az önce Henry’nin sersemlemesine neden olan türden başka görüntüleri, birbiri içine geçmiş biçimsiz yığınları aydınlatıyordu.
“Bay Carsville” diye seslendi. Bir yanıt alamadı. Hâlbuki bir şeyler yapılmalıydı şu an. Pazartesi gününün ortasında korkunç bir şeyler olmuştu ve Bay Carsville burada olsa ne yapılması gerektiğini bilirdi. Tekrar ve daha şiddetli bir şekilde “Bay Carsville” diye seslenirken sesi çatladı. Bu sırada yere düşmüş büyük bir mermer bloğunun altından dışarıya uzanan kol ve omuza takıldı gözü. Ceketin düğme iliğinde bu sabah Bay Carsville’in takmış olduğu beyaz bir karanfil seçiliyor ve elin orta parmağındaysa yine Bay Carsville’e ait olan mühür yüzüğü görünüyordu. Henry, Bay Carsville’in vücudunun geri kalanının büyük mermer blok altında kaldığını anladığında hemen soğukkanlılığını yitirmedi. Ancak biraz sonra büyük bir ıstırap duydu: Mr. Carsville ölmüştü. Kalan tüm personel de öyle: Bay Wilkinson, Bay Emory, Bay Prithard, ve tabi ki Pete, Ralph, Jenkins, Hunter, güvenlik görevlisi Pay ve kapı görevlisi Willie. Henry Bemis haricinde Eastside Bank & Trust’a ne olduğu hakkında bir şeyler söyleyebilecek tek bir kimse mevcut değildi. Banka azıcık bile olsa umurunda değildi zaten ama elinden hiçbir şey gelmemesinden rahatsızlık duyuyordu.
Devrilmiş duvarın tuğla yığınları üzerinden itinayla tırmandı. Caddeye adım atarken gıcırdayan, ezilmiş bir şeyin üzerine bastı ve kendini kusmaktan zar zor alıkoydu. Caddenin manzarası da içeridekinden çok farklı değildi: Günışığının yarattığı aydınlık, üzerinden emeklenerek aşılması gereken moloz yığınları ve maalesef şu tatsız manzara… Hem de çok daha fazla, çok daha kötüydü burada.
Birden Agnes geldi aklına. Normalde Agnes’e ulaşmak için çabalaması gerekmiyor muydu? Daha önce gördüğü bir afişi hatırladı: “Acil durumlarda telefonları meşgul etmeyin. Sevdikleriniz de sizin gibi emniyette olacaklardır”. Otomobillerin ölü hayvanlar gibi nalları diktiği şu saatte artık Agnes’e ulaşmanın mümkün olmadığını anladı. Eğer şu an sağsa zaten sağdır, değilse… Tabii ki de değildi! Hatta belki de uzun bir yol boyunca görüp görebileceği hiç kimse, belki eyaletin, belki ülkenin ve hatta belki dünyanın tamamı sağ ve salim değildi şu an. Hayır, bu değildi Henry’nin şu an düşünmek istediği… Bu yüzden zihnini ve düşüncelerini tekrar Agnes’e yöneltti.
Kim ne derse desin aslında iyi bir eşti Agnes. Eğer bugünlerde okumaya hiç vakti olmuyorsa bu Agnes’in suçu değildi ki? Ev vardı, banka vardı, bir de komşuları vardı: Briç için Jones’lar, pişpirik için Graysons’lar ve sessiz sinema oynamak için Bryant’lar. Ve tabii bir de televizyon -ki Agnes izlemeyi çok sever ve nedense de asla yalnız izlemek istemezdi. İşte bunlar yüzünden bir gazete okumaya dahi vakti olmazdı Henry’nin. Gazete deyince önceki gece geldi hatrına…
Henry, koltuğuna yerleşmişti yerleşmesine ama bunu yavaşça yapmaya çalışmıştı, çünkü koltuğun yayları gıcırdayarak Agnes’in dikkatini çekebilir ve Henry’nin o an işi olmadığını haber edebilirdi. Gazetesini yerinden alıp yavaşça açtı, zira sayfaların çıkardığı o keskin ses Agnes için bir savaş borusu mahiyetindeydi. Manşetlere göz attı: “Müzakerelerin Çökmesi Yakındır”. Bu makaleyi okumaya vakit ayıramadı. İkinci sayfaya geçti: “Solon’a Göre Savaşın Eli Kulağında”. Sayfaları daha hızlı çevirmeye başladı, tek bir haber için gereğinden fazla vakit harcamamak için oradan buradan bir kaç satır okudu. Arka sayfalardan birinde kısacık bir makale gördü: “Yucatan’da Tarih Öncesinden Kalma Yapılar Ortaya Çıktı”.
Henry kendi kendine tebessüm ederken gazeteyi itinayla dörde katladı. Tamamını okuyabilseydi ne ilginç olurdu hakikaten. Derken Agnes’in önce “Henrrreeee!” diyen sesi, sonra da kendisi geldi içeriye. Gazeteyi usulca Henry’nin elinden aldı ve şömineye fırlattı. Alevler okuyamadığı o güzel son sayfa haberinin etrafını yalarken gazete haberin çevresinde büküldü. Agnes, “Henry bu gece Jones’ların briç gecesi. 30 dakika içerisinde burada olurlar ve ben daha giyinemedim bile. Sen de tutmuş… bir şeyler okuyorsun”. Gazete okumak çok pis, iğrenç bir işmiş gibi yüzünü ekşitmişti. “Kalk da bir an önce traş ol. Bak Jasper Jones’a? Daima filinta gibi geziyor adam. Bak biraz da örnek al. Sonra da biraz buraları toparla, hadi!” dedi kadın. Şömineye bakarken yüzüne bir pişmanlık ifadesi yerleşti: “Tüh yaa… Yayın akışı da yandı… Gerçi Jones’lar geç gider epey ama ne bileyim, yine de belki gece iyi bir film… Henry! Şuna bak hâlâ oturuyor! Acele etsene, kime diyorum ben!”
***
Bugün Henry acele ediyordu ama fazla acele zarar verdi ona. Bir zamanlar araba çamurluğu olan burulmuş bir metal parçasına bacağını kestirmişti az önce. Yaranın çevresini cebindeki mendille sararken eli titriyor, aklına tetanos veya kangren gibi illetler geliyordu. Tahayyülünde dün gece alevler tarafından gazetenin son sayfasının nasıl da yutulduğu canlandı yeniden. Artık istediği tüm gazeteleri okuyacak kadar vakti olacaktı, ama yeni gazete çıkmayacaktı artık: Zira caddenin karşısındaki moloz yığını Gazette Binası olmalıydı ve yerinde resmen yeller esiyordu. Yeni tarihli bir gazetenin olmayacağını düşünmek de ziyadesiyle korkunçtu bu arada. Yeni yayın akışı olmayacağı için Agnes de üzülürdü herhalde ve tabi artık hiç televizyon yayını olmayacağına da. Gülmek istedi ama beceremedi. Yakışmıyordu şu ortama…
Yoluna devam etti. Aradığı binayı buldu ama binanin silüeti epey bir değişmişti. Koca kubbesi artık bir daire değil, yarı daireydi. Kanatlarından birisi ise kendi üstüne çökmüştü. Henry Bemis’i ani bir panik havası sardı: Ya dünya üzerindeki bu tür binaların her biri mahvolmuş, tamamen ortadan kalkmışsa? Ya bu binalardan bir tane bile kalmamışsa? Çaresizliğin gözyaşları göz pınarlarına yürürken o da binanın çarpık manzarasına doğru yürüdü.
Binanın eksiksiz olduğu zamanları düşündü. Pek çok geceler geniş ve davetkâr kapısının önünde durup beklediğini hatırladı. Havanın sıcak olduğu gecelerde kapıların ardına kadar açık olduğu, içerideki insanların ahşap masalarda yanlarında bir yığın kitapla oturduğunu gördüğü zamanları… Halk kütüphanelerinin ne kadar muhteşem yerler olduğunu düşünürdü. Öylesine muhteşem ki, herkesin, istisnasız herkesin girebildiği ve bir şeyler okuyabildiği yerler…
Bir kaç defa içeriye girmeye yeltenmiş, kapıdan diğer insanları izlemişti. Bilhassa da kapıya yakın oturan, yağ lekeli bir tulum giymiş, muhtemelen anlamakta zorlandığı teknik bir dergi üzerinde gecelerce çalışan, bu haliyle parlak bir gelecek vaat eden o adamı. Bir de kapının diğer tarafında yaşlı ama bilge bir adam, sakin sakin sayfaları çevirdikçe dudaklarını da hafif hafif oynatıyor, şu yalan dünyada pek fazla kalmamış olan vaktini değerlendiriyordu -ki yine de ne yapmak istiyorsa onu yapabildiği için aslında vakit bakımından zengin sayılırdı…
Henry hiç bir zaman içeriye girmemişti. Bir kaç basamak ilerlemiş, neredeyse kapıya kadar erişmişti ama sonra aklına gürültülü sesiyle Agnes düşmüştü hep. O da arkasını dönüp eve gitmişti her seferinde.
Gerçi şimdi neredeyse sürünerek de olsa içeri giriyordu işte; nefesi bıçak gibi göğsünü acıtırken, avuçları yırtılmış, kanıyor halde. Kanı kızıla bulanmış mendilinden sızmış ve pantalonunu da aynı renge bulamıştı artık. Fena halde zonkluyordu bacağı ama Henry aldırmadı. Hedefinin önündeydi şimdi.
Kütüphaneye ait kitabe artık kapısız olan girişin üzerindeki yerindeydi. H-A-L- K- – -Ü-P-H- – -E- -İ. Kalanı kırılıp gitmiş, içerisi de harabeye dönmüştü resmen. Rafların kimisi yana yatmış, kimisi devrilmiş, kırılmış, parçalara ayrılmış, yapının nadide eşyaları olan kitaplar etrafa saçılmışlardı. Henry pek çoğunun hâlâ yekpare kaldığını, kullanılabilir ve okunabilir halde olduklarını sevinçle fark etti. Dizlerine kadar yükselen kitap yığının arasına dalıp çamurda yuvarlanır gibi yuvarlanmaya başladı. Bir tanesini aldı eline: “William Shakespeare’den Seçme Eserler”. Evet, bir ara bunu okumalıydı. İtinayla kenara ayırdı. Bir başkasını aldı eline: Spinoza. Onu da başka bir kenara ayırdı. Bir başkasını daha aldı. Bir başkasını daha… Bir daha.. Bir daha… Hangisinden başlayacaktı? Bir ton kitap vardı burada.
Kıtlıktan çıkmış da açık büfe akşam yemeğine uğramışçasına, sanki elinde koca bir tabak tutuyor ve biraz ondan, biraz bundan diyerek çeşit çeşit yemeği yığıyordu tabağına.
Bir süre sonra sakinleşti. Seçtiği kitaplardan oluşan yığından bir cildi eline aldı ve ters dönmüş bir kitaplığın üzerine kıçını rahatça yerleştirdikten sonra kitabı açtı. Ağzı kulaklarına varıyordu.
Bu sırada çatlamak üzere olan bir molozun inceden gürültüsü ulaştı kulağına. Ses Henry’nin üzerine oturduğu kitaplığın diğer köşesinden gelmişti.
Derken moloz kırıldı ve kitaplığın bir köşesi boşluğa düşerken Herny’nin de dengesini bozdu. Bu sırada gözlüğü kaydı ve yere düştüğünde bir çınlamaya neden oldu.
Henry hemen eğildi, eliyle yoklayarak gözlüğün düştüğü yeri buldu bulmasına ama eline tuzla buzdan başka bir şey gelmiyordu.
İşte şimdi ani ve bir şehri tamamen ortadan kaldıran o felaket Henry için de gerçekleşmiş oldu. Önüne açtığı sayfanın bulanık görüntüsüne bir müddet bakakaldıktan sonra haykırarak ağlamaya başladı.
Dün THY’nin İstanbul-Cidde seferini yapacak olan uçakta kargo bölümünden gelen sesler üzerine kargo kısmında davetsiz bir misafir olabileceği üzerine uçak geri döndü.
Kargo bölümü, iniş takımı yuvaları… Bu alanlar gerçekten de kimi zaman davetsiz misafirlere mekan olabilirler. O kısımda unutulmuş, uyuyakalmış bir kimse olabileceği gibi tehlikeli bir kaçak yolculuğa çıkmış birisi de olabilir.
Dünkü vaka bana bu hususu tekrar hatırlattı. İniş takımına ya da kargo kompartmanlarına saklanma vakalarını 2010 yılının Şubat ayında gerçekleşen iki kaçak yolcu vakasından sonra yazmış, örneklerden de bahsetmiştim (ulaşmak için tıklayın).
Ancak bu defa, aynı şeyleri tekrar etmemeye özen göstererek konuyu yeni bir açıdan, havacılığın toplumsal vasıfları açısından değerlendirmek istiyorum: Havacılığın Sosyal ve Toplumsal Vasıfları.
İnsanoğlunun taşımacılık ve seyahat kabiliyetleri bakımından ulaştığı son noktayı temsil eden havacılığın, küreselleşmenin hızlanmasına katkısının yanısıra, sosyal açıdan çok daha başka önemlere haiz olma durumu vardır: çünkü havacılık ses getirir.
Günümüzde son derece sık gerçekleşen, alelade bir taşımacılık operasyonu olmasına karşın, uçak kazaları ya da kaçırmalarının uluslararası medyada kendine epey bir yer bulma durumu vardır. Teknoloji ilerlediği için sıklığı oldukça azalan uçak kaza ve kırımlarının gerçekleşmeleri halinde de eskisi kadar katastrofik, yani yıkıcı sonuçlar doğurmadığı da ortadadır. Uçak kazalarından çok daha sık gerçekleşen ve hatta daha fazla can kaybına sebep olan pek çok husus küresel medyada kendine yer bulmaz, ama uçak olayları bulur. Havacılığın doğası gereği uluslararası bir vasfı olduğu da gerçektir. 40 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan bir otobüs kazası “yerel” olarak görülürken, 30 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan bir uçak kazası “global” bir olay olarak nitelendirilir. Muhtemelen bir havacılık faaliyetinin, kullanılan donanımdan, uygulanan kurallara, tabi olunan otoriteden ve içinde gidilen rotadan, üzerinden geçilen ülke sayısına kadar, onu yerel olmaktan çıkaran etkenlerin varlığı bu anlayışı doğurmaktadır. Fakat yine de bu durumun bir basın geleneği olduğundan şüphe edenler varsa onlar da haklıdırlar.
Havacılık olaylarının küresel ilgi görmesinin bir zamanların moda eylemi olan uçak kaçırmalarına sebep olduğunu biliyoruz. Yerel davalarına küresel dikkati çekmek isteyen bazı terör örgütleri ya da baskı grupları, davalarını dünyaya anlatabilmek için uçak kaçırma yolunu tercih etmişlerdir. Hiç başarı sağlamadıkları söylenemez, ama kazaya sebebiyet vererek sempati toplamak yerine antipati topladıkları da olmuştur.
Ancak havacılığın kaçırmalar kadar ilgi görmeyen diğer bir toplumsal vasfı daha var: Coğrafyaları birbirine direkt olarak bağlamasından kaynaklı, bir kaçış umudu, bir yaşama ümidi olması.
Normal şartlarda bir Afrikalının kara sınırından Fransa’ya erişebilmesi çok zahmet gerektirir. Geçmesi gereken onlarca sınır olduğu gibi, bunu başarabilmek aylar alacaktır, ama bir uçağa kendini atabilirse, “hayalleri ile arasında bir gün bile olmayacaktır”. Uçağın basınçlandırılmamış ve ısıtılmamış bir bölgesinde hayatta kalamayacağını bilmeyen pek çok kişi bu yolu denemeye kalkmıştır.
Otoriter ve totaliter rejimlerin hakim olduğu ya da gelir dağılımının adaletsiz olduğu ülkelerde yaşayan halkların ümitlerini törpülediği, temiz su kaynaklarına ulaşamadığı ya da savaş ve ölüm tehdidi altında yaşadığı gibi bir gerçek var. Bu halklar yaşadıkları hali o kadar içselleştirmiş olmalılar ki, terör örgütleri gibi bir uçak kaçırıp durumlarını gösterip Dünya’dan yardım istemek yerine, öncelikle kendilerini daha güvenli(!) bir ülkeye atma derdindeler demek ki. Bu yüzden iniş takımına saklanma vakalarında Asya ya da Afrika ülkelerine gitmeye çalışan maceraperest batılılara değil Afrika, Güney Amerika ya da Asyalılara rastlıyoruz. Tabi bu durumu bir “cesaret” ya da “imkan” meselesi olarak da görebiliriz.
Bu vakalar arasında, daha önce başka bir yazımda paylaştığım, ve çevirisini bu yazının sonuna da koyduğum bir mektupla, uçak kaçırma eylemlerinde olduğu gibi Dünya’ya mesaj verme işlevine de sahip olabilmiş tek bir vaka var. Bir sonuç yarattığı söylenemez, ama bir dram olarak havacılık tarihine geçmiştir.
Havacılık bu vasıflarını yitirmedikçe kaçırılma ve saklanma vakalarına hala sahne olacağını unutmamak gerekir. Bu yüzden operasyonel yönetmeliklerde hala işletmelere bu tip vakalara karşı önlem alma zorunluluğu yükleniyor. Yetkisiz Taşıma ve Uçuş Güvenliği (Dikkat! Emniyet değil, güvenlik…) hususları dahilinde geliştirilen standart güvenlik önemlerini hepimiz biliyoruz. Her uçuş öncesinde ya da sonrasında gerçekleştirilen kontrollerin ihmali umulmadık sonuçlara sebep olabilir.
(Alkollü yolcular için hala etkin, ama daha da önemlisi eşitliği ve eşitlikçiliği zedelemeyecek bir çözüm geliştiremiyor olmamız acı. Geçtiğimiz hafta İstanbul-İzmir seferinde ve devamında Adnan Menderes Havalimanı’nda cereyan eden istenmeyen olaylar bu gerekliliği de kanıtlıyor.)
Herkese iyi haftalar.
EK: Yaguine Koita ve Fodé Tounkara’nın mektubu.
1999 yılının Temmuz ayında Gine’den kalkan ve Belçika’ya gitmekte olan uçağın iniş takımı yuvalarına saklanan iki Gine’li genç günler sonda donmuş halde bulunduklarında, yanlarındaki plastik çantaları içinde doğum belgeleri, okul karneleri, aile fotoğrafları ve bir de Avrupa halklarına yazılmış mektup olduğu görüldü. Çatpat bir Fransızca ile yazılmış bu mektubun İngilizce’sinden, aynı çatpatlıkla yaptığım çevirisini aşağıda sunuyorum:
Saygıdeğer Ekselansları, Avrupalı beyleri, insanları ve yetkilileri,
Yolculuğumuzun amacını ve Afrika’nın çocukları ve genç insanları olarak çektiğimiz acıları size bu mektupla aktarmaktan büyük onur duyarız.
Ancak her şeyden önce size hayatın en nefis, en büyüleyici ve en saygıdeğer selamlarını sunarız. Bizim desteğimiz ve yardımcımız olun. Sizler biz Afrikalılar için biraz refah isteyebileceğimiz kimselersiniz. Size kıtanıza, insanlarınıza, özellikle tüm ömür boyu sevgi duyduğunuz çocuklarınız adına yalvarıyoruz. Kıtanızı en güzel ve en hayranlık duyulacak hale getiren zenginlik, kabiliyet ve iyi deneyimleri size sunan Tanrı adına yalvarıyoruz.
Avrupalı beyler, insanlar ve yetkilileri, sizlere Afrika’nın refahı için dayanışma ve iyiliğiniz için sesleniyoruz. Bize yardım edin, biz Afrika’da hat safhada acı çekiyoruz, problemlerimiz var ve çocuk hakları konusunda ihlaller var.
Problemleriz ise savaş, hastalık ve kıtlık vb. şeyler. Özellikle Gine’de olmak üzere, Afrika’da çok fazla okul olsa da hiç eğitim ya da öğretim yok. Sadece özel okullarda eğitim var ancak o da ciddi miktarda para gerektiriyor. Bizlerin aileleri ise fakir ve paraya ancak bizi beslemek için ihtiyaçları var. Buna ilave olarak, futbol, basketbol ya da tenis oynayabileceğimiz bir spor okulu da yok.
Bu nedendendir ki, biz, Afrikalı çocuklar ve gençler sizden, bizlere faydalı olmak için büyük ve etkili bir organizasyon gerçekleştirmenizi rica ediyoruz.
İşte bu yüzden hayatımızı riske atıyor ve kendimizi kurban ediyoruz, çünkü Afrika’da da acı çekiyoruz ve sizin Afrika’daki yoksulluğu ve savaşı sonlandırmanıza ihtiyaç duyuyoruz. Sizin gibi nasıl olunur öğrenmek istiyoruz ve sizden bunu öğretmenizi rica ediyoruz.
Son olarak size, bizim saygı duyduğumuz saygıdeğer kişiliklerinize bu mektubu yazma cürretinde bulunduğumuz için çok çok özür diliyoruz. Afrika’daki zayıflığımız ve yetersizliğimiz konusunda yas tutabilecek, dert anlatabilecek kimselerin sizler olduğunuz unutmayınız.
İki Gine’li çocuk tarafından yazılmıştır: Yaguine Koita ve Fodé Tounkara.
Demokrasi sadece bir yönetim biçimi değildir. Aynı zamanda bireysel hak ve özgürlüklerimiz için bir hak paketidir. Demokratik, otoriter ya da totaliter rejimleri birbirinden ayrıran en önemli kısım, vatandaşlara sağlanan hak ve özgürlükler kısmıdır.
İngiltere’de doğan Westminster tipi demokrasi parlamenter demokrasi olarak birer birer modern ülkelerin yönetim biçimi haline gelirken, dünyanın paralel olarak birinci ve ikinci dünya savaşlarına, faşizme, nasyonal sosyalizme ve komünizme şahit olması dönem yazarlarının geleceğe yönelik karamsar dünyalar yaratmasına sebep oldu.
Şüphesiz bu korku ütopyalarından, yani distopyalardan en meşhurları George Orwell’a ait “1984” ve geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz bilimkurgu üstadı Ray Bradbury’e ait olan “Fahrenheit 451”dir. Modern sinemanın gelişmesi ve yaygınlaşması da bu tipteki eserlerin sayısı ve yayılımındaki artışı körükledi.
Bu korku ütopyalarının ortak özelliklerinden birisi otoritenin kişiler üzerindeki sınırsız denetimi… Kanımca bu özgür bir bireyin sahip olduğu doğal bir korku. Bu eserlerin her birinde bugün “Totaliter Rejim” olarak anlandırdığımız, dolayısı ile demokrasiyle çelişen sistemler, her vatandaşı ayrı ayrı takip eder ve kendisi için tehdit yarattığı noktada vatandaşın ceza hükmü neyse uygulanır.
Konu bireysel hak ve özgürlüklerimiz olunca kulaklara korkunç gelen bu durum suç ve suçlu takibi söz konusu olduğunda biraz hoşgörülebiliyor, çünkü vicdanlarımız bir buçuk saatlik bir filmde bile zalim karakterin filmin sonuna kadar, yani çabucak cezasını bulmak istiyor. Bu yüzden havaalanlarındaki sıkı güvenlik önlemlerinin bahanesi daima bizim güvenliğimizdir. Pek çok kez ikinci, hatta üçüncü kez taramadan geçmeye, ya da kemerimizi, inciğimizi, cıncığımızı çıkarmaya itirazımızın olmamasının sebebi bunun bir bakıma gerekli olduğudur. Aslında bu sadece emek gerektiren bir husus ve bize külfeti o kadar da fazla değil.
Ancak Honeywell’in, ABD’nin ülke güvenliğini sağlama ile yükümlü kurumu Department of Homeland Security ile imzaladığı protokolün öngördüğü yeni teknoloji bu denetim ve takip işinin cılkını çıkaracak gibi görünüyor, çünkü bu teknoloji şartnamedeki özellikleri sağlarsa bir havaalanına girip çıkan herkesin her saniye nerede olduğu bilinecek ve takip edilebilecek.
Geliştirilmesi düşünülen teknoloji havaalanında bulunan kişilerin retina taramalarını gerçekleştirecek. Bunu yapabilmesi için kurulu ve yayılı cihazlardan herhangi birisine 2 saniye bakmanız yeterli. Gözünüze gönderilen kızılötesi ışınlar retinanızın bir kopyasını alırken bu kopya azami 30 saniye içerisinde retina veritabanı ile karşılaştırılacak ve böylece orada olduğunuz belgelenecek. Bu cihaz şüphesiz önce ABD’de kullanılacak, ancak ticarileşip Dünya’ya açılmaması için hiçbir sebep yok. Böylece sadece güvenlik nedeniyle tüm vatandaşların havaalanında otomatik olarak fişlenmesi sözkonusu olacak ve bu bana biraz hak ihlali gibi geliyor.
Bu gibi teknolojiler geliştikçe, özgürlük ve haklarımızın ihlali ile suçun, suçlunun takibi, ya da olası bir güvenlik ihlalini birbirinden ayıran noktanın tam olarak ne olduğu ve bu ikisinin birbirine karışmamasının, hakkımızda sahip olunan bilgilerin kötüye kullanılmamasının güvencesinin nerede olduğu sorusu gündeme geliyor. Şüphesiz bu iki sorunun yanıtı da “hukuk”tur. Tabi ki adil, hak ve özgürlükleri esas alan bir hukuk. Yoksa zalimin de bir hukuku var.
Lakin şu da bir gerçek ki, bu hukukun otorite, yani devlet ile vatandaş arasındaki bu “bilgi” ilişkisini düzenlemekten daha kapsamlı olmasına da ihtiyaç var: Zira akıllı cihazlar artık her daim nerede olduğumuzu biliyorlar. Hatta neyi sevdiğimizi, neyi aradığımızı, hangi reklamlara tıklayabileceğimizi bile. E hepimizin fotoğrafları, arkadaşlarının adları ve bilgileri internette var. Bize eğlenceli bir platform sunan herhangi bir yerle bunları paylaşmaktan sakınmıyoruz.
Önümüzdeki yirmii yılın en büyük sorunlarından birinin kimliğimize dair bilgilerin özel ve resmi kaynaklarca bulundurulması ve ortaya çıkacak skandalların bu bilgilerin pazarlanması üzerine olabileceğini tahmin edersem, çok da uçmuş olmam herhalde değil mi?
Not: 7 Ocak’ta yayınlanacak olan Açık Bilim dergisinin 15. Sayısında “Kişisel Verileri Koruma Bilmecesi: Koruyalım ama nasıl?” başlığıyla Merve Gözüküçük’ün bilgilendirici bir yazısı yayınlanacak. Konuyla ilgili daha fazla bilgi edinmek isteyenlere ilgili yazıyı okumalarını tavsiye ederim.
Yüklediğim her ne ile geldi bilmiyorum; yüklerken de çok dikkat ederim halbuki ama önce bir arama çubuğu musallat oldu Mozilla’ma.
Arama çubuğunu kapatmak kolay, ama bir de açılış sayfasını kendi arama motoru haline getirdi (search.conduit.com) sinir şey. Bir çok yol denedim -kayıt defteri de buna dahil- ama ne yaptıysam olmadı.
Conduit’ten şikayetçi Mozilla kullanıcıları aşağıdaki adımları takip ederlerse bu meretten rahatlıkla kurtulabilirler:
1. Mozilla’nızı açın.
2. Adres çubuğuna “about:config” yazın. Burada size ayarları değiştirmeniz karşılığında Mozilla’nın mesuliyet kabul etmediğine dair bir garanti uyarısı çıkacak. “Her şeye varım” deyu girin.
3. Burada karşınızda pek çok anahtar girdisi var. Bu anahtar girdilerinin “conduit” ile ilgili olanlarını bulmak için arama çubuğunu adı batasıcayı yazın. (conduit)
4. İçerisinde Conduit kelimesi barındıran anahtarlar karşınıza çıkacak. Tek tek hepsini sağ tıklayarak açılan menüden “Sıfırla / Reset” seçeneğine basın.
5. Mozilla’nızı yeniden başlatın.