Etiket: Çocukluğum

  • Traktör Lastiği

    Üstüste dört adet konulduğunda çocuklar için muhteşem bir oyun sahası olacabilecek lastiktir.

    Gittiği ilkokulu iki sokak arkada olan şanslı çocuklardandım ve bu şansa sahip bir kaç arkadaş daha vardı. Sabahçıysak tüm öğleden sonra, öğleciysek de gündüzlerin uzamış olduğu zamanlarda akşam ezanı okunana dek.

    Orhan, Neslihan, Ece ve ben, her allahın günü hayatı birlikte keşfediyorduk. karşı cinse karşı inceden bir utangaçlık ve konuşulabilecek çok çeşitli tabular olmasına karşın gerçek anlamda henüz dişi/erkek diye ayırmıyorduk insan türünü.

    Orhan, Ece ve Neslihan aynı sitede oturuyorlardı zaten ve bu sitenin “arka bahçe” olarak andıkları bir otoparkı vardı. mimari olarak daha fazla pencerenin dışarıya bakabilmesi için dört apartmanlık “[” (zımba teli) şeklindeki sitenin zımba ayaklarıyla, zımba gövdesi arasındaki birleşim yerlerinde yarı karanlık boşluklar vardı.

    Bu traktör lastikleri işte bu yarı korunaklı aradaydı.

    Üstüste konmuş dört traktör lastiğinin beyaz saray’daki yuvarlak masa etkisine sahip olduğunu o zaman keşfetmiştik.

    Lastikler üstümüzü boyamayacak kadar boyasını yitirmiş ve yağmurla yıkanmıştı, ve o yüzden hiçbir zaman oturmaya engel teşkil etmedi.

    Futbol falan da oynuyorduk tabi, ya da Ece, Neslihan falan da ip atlar, lastik (çinçan) oynarlardı ama bir şekilde günün bir saati -özellikle eve bizden daha erken giden çocuklar gidip, sadece biz bize kaldığımızda- buluşma yeri burasıydı.

    – “Arka bahçeye gel.”

    Biz bu lastiklerin üzerinde ilk oyunlarımızı oynadık, ben salak saçma korku hikayeleriyle başta kendim olmak üzere herkesi korkuttum ve başta yine kendim olmak üzere hiçbirimiz geceleri uyuyamadık. İlk sigaramı bu lastiklerin üzerinde otururken denedim. Bilmem kaçıncı denememdi ama ilk sigara içerken yakalanışım, bir daha içmeyeceğime dair yalan yeminim yine bu lastikler üzerinde sigara içerken annemi de tanıyan bir teyzenin bir şeyler silkmek üzere cama çıkmasıyla oldu. Kadın ve erkeğin farklı yaradılışta olduklarını arkadaşlarımızın vücutları değişirken burada gördüm.

    Lastiklerin de sonu böyle geldi zaten. Büyümüştük ve masumiyet bitmişti artık.

    üstüste dört adet konulduğunda çocuklar için muhteşem bir oyun sahası olacabilecek lastiktir efendim.bir zamanlar

    Gittiği ilkokulu iki sokak arkada olan şanslı çocuklardandım ve bu şansa sahip bir kaç arkadaş daha vardı. Sabahçıysak tüm öğleden sonra, öğleciysek de gündüzlerin uzamış olduğu zamanlarda akşam ezanı okunana dek.

    (bkz: bir eve giriş zili olarak akşam ezanı)

    orhan, neslihan, ece ve ben, her allahın günü hayatı birlikte keşfediyorduk. karşı cinse karşı inceden bir utangaçlık ve konuşulabilecek çok çeşitli tabular olmasına karşın gerçek anlamda henüz dişi/erkek diye ayırmıyorduk insan türünü.

    orhan, ece, neslihan aynı sitede oturuyorlardı zaten ve bu sitenin “arka bahçe” olarak andıkları bir otoparkı vardı. mimari olarak daha fazla pencerenin dışarıya bakabilmesi için dört apartmanlık “[” (zımba teli) şeklindeki sitenin zımba ayaklarıyla, zımba gövdesi arasındaki birleşim yerlerinde yarı karanlık boşluklar vardı.

    Bu traktör lastikleri işte bu yarı korunaklı aradaydı.

    Üstüste konmuş dört traktör lastiğinin beyaz saray’daki yuvarlak masa etkisine sahip olduğunu o zaman keşfetmiştik.

    Lastikler üstümüzü boyamayacak kadar boyasını yitirmiş ve yağmurla yıkanmıştı, ve o yüzden hiçbir zaman oturmaya engel teşkil etmedi.

    Futbol falan da oynuyorduk tabi, ya da ece, neslihan falan da ip atlar, lastik (çinçan) oynarlardı ama bir şekilde günün bir saati -özellikle eve bizden daha erken giden çocuklar gidip, sadece biz bize kaldığımızda- buluşma yeri burasıydı.

    – “Arka bahçeye gel.”

    Biz bu lastiklerin üzerinde ilk oyunlarımızı oynadık, ben salak saçma korku hikayeleriyle başta kendim olmak üzere herkesi korkuttum ve başta yine kendim olmak üzere hiçbirimiz geceleri uyuyamadık. İlk sigaramı bu lastiklerin üzerinde otururken denedim. Bilmem kaçıncı denememdi ama ilk sigara içerken yakalanışım, bir daha içmeyeceğime dair yalan yeminim yine bu lastikler üzerinde sigara içerken annemi de tanıyan bir teyzenin bir şeyler silkmek üzere cama çıkmasıyla oldu. Kadın ve erkeğin farklı yaradılışta olduklarını arkadaşlarımızın memeleri şekil değiştirip belirginleşirken burada gördüm ve bir süre sonra, ilk kez bir memeye burada dokunmuştum.

    Lastiklerin de sonu böyle geldi zaten. Büyümüştük ve masumiyet bitmişti artık.

    bir zamanlar

    (timemechanic, 2011-05-09 22:16)

  • Sigara ve çocukluk

    Harçlığımın tek başına iyi bir sigara almaya yetmediği bir zamandı.

    Bu yüzden Ömer ile ortak kısa Marlboro almak, hem harçlıktan sigara harici bir şeyler için de biraz kırıntı kalmasına hem de havalı bir sigara içmeye yarıyordu.

    Ancak ortak sigara almanın çeşitli zorlukları vardır:

    Sözgelimi ortağınızın sigara içme hızına uymak adamı deli eder. Ortağınız “ver bi sigara” deyince içesiniz yoksa siz de içerisiniz. Gerçek anlamda bir bölüşme yoktur. Paket bitene kadar ortaklık hissesiz biçimde devam eder çünkü. Sonra paketin çok hızlı bitmesi moralinizi bozar. Siz akşama da kalmasını ümit ediyordunuz ama ortağınızın sünger misali sigara içmesi planlarınızı suya düşürür.

    Öte yandan ortağınızın kıramadığı arkadaşları olabilir ve bu kişiler de “Marlboro’nun” dayanılmaz havasına binaen ortağınızdan sigara isteyebilirler. “Tevfik, Ahmet’e de bi tane ver” sözü sermayenizi başka paydaşlarla bölüşmek zorunda bırakır.

    Bir de “risk/kazanç” kavramıyla karşılaşırsınız. Okul bitip de eve gitmek gerekince, paketi yanında götüren yakalatma riski alır. Buna karşılık sigara hisselerinin tamamını alarak kontrolü ele geçirmiştir.

    Bu riski daima ben aldım çünkü apartmanımızın bir asansörü, bu asansörün tavanının iki kenarında lamba, bu lambanın dışında buzlu mikadan yarı saydam cam paneller vardı ve bu paneller çıkarılabiliyordu. Bu panellerden birini çıkarıp arkasına paket yerleştirebiliyordunuz.

    Bu da başka bir riski doğuruyordu gerçi: Apartmanda sigara saklamak için seninle aynı yeri kullanan diğer arkadaşların paketi kısmen ya da tamamen aşırması.

    Velhasıl bu da çok çeşitli kavgalara sebep oldu zamanında:

    – “Paketi mi sen mi aldın lan?”
    – “O… çocuğuyum ben almadım” (Çocuklar arasında bir dönem meşhurlaşan bir yemin türüdür.)

    Sigara almaya para bulmak ve ailenizin “Okul yemek veriyor, servise de biniyorsun, bu para neyine yetmiyor?” sorusu ile karşılaşmamak için iyi bir plan yapıp makul bir süre öncesinden okul yemeklerini kötülemeye başlamak gerekiyor. Zira okul yemeğini yiyip yemeyeceğinize dönem başında karar vermeniz gerekiyor. Bunun için öncelikle yemekten çıkacak iyi bir mahlukat bulmak lazım. Besin değeri olmayan yemeklerden hayali menüler oluşturup bir de bunlardan gerçekçi bir şekilde yakınmak lazım. Bunu iyi yapabilenler bugün biyolog, doktor, moleküler biyolog, mikrobiyolog, diyetisyen falan oldular.

    Sadece okul yemeğini kötülemek yetmez. Bir de kantini methetmek lazım. Olmayan çeşitler uydurup, hayal gücünü zorlamak… Çeşitli ürün gamları, hizmetin ne kadar iyi olduğu, herkesin ne kadar tercih ettiği. Bildiğiniz reklam. Bunu da iyi yapabilenler bugün reklamcı, pazarlamacı, iletişimci oldular mesela.

    Ne zaman “İyi yemek yeme bari… Bir hamburger ne kadar mesela?” sorusuna da optimum bir yanıt vermek lazım. Az söylemek okul yemeğine abone olmamak için muhteşem, fakat bu defa harçlık düşecek ve ortak bir marlboro bile alamayacaksınız. Çok söylerseniz okulun yemeğini yemek daha mantıklı bulunabilir. Bu da bütün planları suya düşürür. Bu noktada iki sınır şartı arasında iyi bir optimizasyon yapmak gerekiyor. O soruya iyi yanıt vermek için beynini çok zorlayanlar şimdi mühendis oldular mesela. İddia ediyorum türev bilmeden bunu yapmak geleceğin bilim adamlarını hazırlamıştır.

    Çok daha sıkı gözlem altında anne babasından sigara aşırmak zorunda olanlardan iyi eğitim alabilenler polis, hafiye oldular, alamayanlar ise nitelikli hırsız, dolandırıcılık gibi yüz kızartıcı mesleklerin pençesine düştüler. Beni bu durumdan kurtaran annemin ve babamın aşırılmayacak kadar iğrenç bir sigara olan Maltepe içmesidir herhalde. Her şeyde bir hayır vardır derler ya. Babamın Chesterfield, annemin 2001’e döndüğü günü hala bayram olarak kutlamaktayım.

    Bu yazının bir mizah olmasının yanısıra, sigaraya özendirici bir yazı olmaması için de bugün sigara içmekle ilgili bazı düşüncelerimi de açıklayayım:

    Bağımlılığın her türlüsünden kaçınmak gerek. Sigara insanın günlük enerjisini emen, sizi prangalara bağlayan, kendinizi onsuz karakterize edemeyeceğiniz, rezalet, iğrenç bir şey. Kapalı bir yere girdiğiniz ve uzun toplantılar yapacağınız zaman sigara için dışarıya kaçmak bile küçük düşürücü. İradesizlik göstergesi. Başlamadıysanız hiç bulaşmayın. Yeni başladıysanız yol yakınken dönün. Çok olduysa başlayalı kendinizi kandırmayı bırakın.

    Anne babaysanız da eğer, siz sigara içiyorken çocuğunuza içme demek bir anlam ifade etmiyor.

    Ben cebime ilk paketi soktuğumda ve hatta sokakta kızlar yakınımdayken o paketi cebimden çıkardığımda kendimi “daha erkek” hissetmiştim. İlk cinsel deneyim ile benzer duygulardı hatta. Demek ki “çocuklar sigara içmez” demek, ya da babanın sigara içiyor olması ve babanın yetişkin ve otoriter erkek figüründe olması, sigarayı büyümekle, erkek çocuğu için “erkek olmak” ile bağdaştırıyor ve büyüme ile eşdeğer bir anlam kazanıyor.

    Belki bu yüzde sigara içmeyen bir kadınsanız eşiniz içtiği için çocukların önünde aşağılayın ve o da gidip balkona gizli gizli içsin. Böyle bir görüntü “Sigara = Erkek Olmak” eşitliğini bozacaktır diye düşünüyorum. “Çocuklar içmez” diye geçici bir engelleme çabası yerine “Akıllı olan içmez” daha mantıklı mesela. Aptallıkla eşdeğer tutmak lazım.

    Sigaranın bir çok açıdan  keyifli bir şey olduğu gerçek. Keyif veren her şey bağımlılık yaratır. O keyif keşfedilmeden başı ezilirse daha etkili olur.

  • Yol verin ağalar, beyler…

    Barış Abi vefat ettiğinde kahvaltı ediyordum. Sıradan bir tepki verdim önce. Hatta belki de tepki vermedim. Değerli bir sanatçının vefat ettiğini duyduğumuzdaki şaşkınlık ve “vay be” deyip geçmekti o an için…

    Oysa bu dünyadan bir Barış gelip geçmişti…

    Aklıma sadece “Adam Olacak Çocuk” gelmişti ve peşisıra-beni de göndermeyi düşünüyorlardı- ve herkesin bildiği şarkıları geldi aklıma. Barış Manço nesli olmama rağmen benim doğumumdan ve küçüklüğümden öncesini kaçırmıştım. 7’den 77’yeden sonra çıkan kliplerden: Dönence, Hala kızı zehra, Delikanlı gibi vs. Çok fazla dağarcığım da yoktu. Son albümlerinden Ayı, Müsadenizle Çocuklar… Onlar zaten bilindik idi.

    Hala şarkı sözlerinin internetten aranmadığı, insanların birbirlerinden yazmalarını rica ettikleri, 2 dakikada bir albüm değil, çevirmeli bağlantı ile bir saatte bir şarkı indirildiği, ancak Mp3 denen formatın çıkmasıyla birlikte insanlar arasında bir CD  trafiğinin başgösterdiği zamanlardan sevgili dostum Mehmet Öner Yalçın’dan Barış Manço’ya ait tüm MP3’leri içeren bir CD aldım. Kendisi görüp göreceğim en büyük Barış Manço hayranıydı.

    Gerçekten de Dünya’dan bir Barış gelip geçmişti…

    Hiç tanımadığım birini özleyebileceğimi, keşke yaşasaydı diyeceğimi hiç düşünmezdim mesela. Ya da hiç sanmıyorum bugün, “aşk” teması dışında bir şarkı yazıp da milyonlara dinletebilmiş bir sanatçı / şarkıcı çıkabilsin.

    Barış Abi, Ahmet Bey’in Ceketiyle alçakgönüllülüğü, Halil İbrahim Sofrası ile gözütokluğu, Süleyman ile görgüsüzlüğü, Osman ile ateşli bir aşığın neler yapabileceğini, Sakız Hanım ve Mahur Bey ile yaşlı bir çiftin yaşamlarının mutlu sonlarını vb. daha bir çok şarkıya benzeri bir çok iyiliği, güzelliği, aşk ve aşk acısı dışında bir şeyi, sevgiliye söylenmemiş sözleri anlatmış, sevdirmiş ve dinletebilmişti… Hatta şifayı kapanlara “nane ve limon kabuğundan” tarif vermişti.

    Şöyle bir şarkı sözü var mı Allah aşkına?

    “Babannem dedemi ilk gördüğü gün vurulmuş,
    Dedem de şöyle bir çapkınca bakıp hafifçe bıyığını burmuş,
    O zamanın erkeği pek bi ağırmış, kızları ise pek bir hoşmuş!”

    Öte yandan, Barış Abi’nin bir ozanlığı da vardır… Bazı şarkılarını dinlerken “pop müziği” dinlemezsiniz aslında. Dinlerken, bir ozanın namesini duyarsınız.

    Anadolu’nun acı ezgisini, toprağının kokusunu pop müziğine yedirebilmiştir. Çalgılar ne kadar alafranga olsa da…

    Bu yazıyı yazmama sebep olan, yazının başlığına da adını veren bir şarkısı var Barış Abi’nin. “Yol Verin Ağalar Beyler”.

    Bu şarkıyı dinlerken insanı hüzün kaplamaması için başıboş bırakılmış herhangi bir imkan yoktur. Hüzün bu şarkıda Barış Manço’nun sesiyle şahsiyet bulur. Hepimizin içindeki Anadolu ve belki de genlerimize işlenmiş kavuşamama, ayrılık, savaş vs. ortaya çıkar. Sözleri şöyledir:

    Selam olsun ağalar beyler,
    Mor sümbüllü alaca dağlar,
    Yol verin, hele bir yol geçeyim,
    Yol verin, yare kavuşayım,
    Yol verin, ağalar beyler,
    Bitsin bu hasret.
    Bekledim, tam yedi iklim geçti,
    Bekledim, bağ bahçe bozuldu,
    Yol verin, ağalar beyler,
    Bitsin bu hasret.

    Seherde eser ılık rüzgar,
    Hasretliği çekenler anlar,
    Yol verin, hele bir yol geçeyim,
    Yol verin, yare kavuşayım,
    Yol verin, ağalar beyler,
    Bitsin bu hasret.

    Bu şarkı girişi, birinci kısmı, nakaratı ile temposu ve tınısı değişen, çok ama çok kaliteli bir parça. Müzikten anlayanlar direk olarak notunu verecektir: 10/10. Onu bir tarafa bırakalım.

    Şarkıdaki “Anadolu”, şarkının yüreğe batan iğneleri.

    Mor sümbüllü dağ, hasret duyulan memleket metaforu olarak geçmiş görünüyor edebiyatımıza. Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın “Uçun kuşlar uçun doğduğum yere / Şimdi dağlarında mor sümbül vardır” şiirini hatırlayanlarınız vardır mesela… Hayatımızda mor sümbül görmesek bile bu dağı, bu hasreti, bu özlemi hissetmemek mümkün müdür mesela? Uzunca bir yolda “Yalçın ve alaca dağlara selam vermek” tatbik ettiğimiz bir duygu olmasa da “genetik bir empati” yapmamız mümkün değil midir? “Selam Olsun”, “Hele bir yol geçeyim” ifadeleri unuttuğumuz Türkçe’de kalmış görünüyor. Bu cümleler yine de aşina gelmiyor mu? Seher dendiği zaman, o seherin rüzgarı, güneşten önceki o alaca karanlık, gözümüzde canlanmıyor mu? Anadolu’nun “zaman skalasında” yer alan “bağ bozumu”, yaklaşan kışın hüznünü, bir şeyleri yapmak için artık imkanın kalmadığını anlatmıyor mu?

    Sadece ben hissetmemişim bunları. Mesela ekşisözlük’ten bu şarkı ile ilgili başlıktan da bir iki alıntı yapayım:

    “hüzünlü mü hüzünlü, içten mi içten, kaliteli mi kaliteli (barış manço yapar da kalitesiz mi olur !! ), sevimli mi sevimli, böyle insanın içine hüzün dolu, dolu dolu bir huzur veren, serinlik veren barış manço şarkısı. bir kere daha yüceltiyor onu gözümde, bir kez daha kaptırıyor beni onun eşsiz,uçsuz bucaksız enginliğine…”

    “ister yalnızca müziği dinleyin ister yalnızca barış manço’nun sesini… içiniz burkulur, boğazınız düğümlenir, hüzün ne demek anlarsınız. şarkı bitince barış abiye özleminiz katmerlenir. isyan edesiniz gelir.”

    Yeri gelmişken benzer karakterdeki bir şarkıdan da bahsetmek isterim aslında: Ne ola Yar ola,

    Barış Manço’nun bu pek bilinmeyen şarkısı, Michel Palnaroff’a ait  “Le bal des laze” şarkısından esinlenmedir. Ancak Barış Manço sürümünde harika bir soloya, derin ve gizemli bir tınıya, yankılı söyleyişte hüznün korkutucu boşluğuna ve sözlerinde Anadolu’nun Bağrı ve “Yaşam denen uykudan uyanmasını bilen yar ola” ile muhteşem bir felsefeye rastlarsınız.

    Göklerden daha mavi
    Denizlerden daha derin
    Topraktan güzel kokan ne ola?

    Rüzgardan daha serin
    Başaklardan daha nazlı
    Ay ışığından ılık ne ola?

    Ahu gibi gözleri baktıkça yürek yakan yar ola
    Cennet bahçesi kokan, göğsünde çiçek açan yar ola

    Damla damla yağmurdan
    Boynu bükük çiçeklerden
    Daha hüzün verici ne ola?

    Sonbahar yaprağından
    Hele akşam güneşinden
    Daha içini burkan ne ola?

    Buğulu gözleriyle yollarımı bekleyen yar ola
    Islak dudaklarında bir garip türküsüyle yar ola

    Göç eden kuşlar gibi gidip gelir umutlarım,
    Umudun ötesinde ne ola?

    Nefesimde yaşayan, sıcaklığımı paylaşan yar ola
    Yaşam denen uykudan uyanmasını bilen yar ola

    Hemen göze çarpıyor değil mi? Islak dudaklardaki “garip türküsü”, buğulu gözlerle yolları beklemek, sıcaklığını paylaşmak, bakışların yürek yakması… İnce duygunun insanıymış Barış Abi. “Pop müziğinin ozanı” imiş. Zira bu şarkı 1970’lerde, Barış Manço’nun pelerin ile çıktığı ve yadsındığı dönemde, klibi de çekilmiş bir parça olup, “Yol Verin Ağalar Beyler” ile aynı döneme gelir. (Şarkıya şu adresten ulaşılabilir: http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/19952/baris-manco—ne-ola-yar-ola)

    Ekşi sözlükten kojiro diyor ki:

    “barış manço’nun vefatından sonra her dinlediğimde gözlerimi dolduran hatta ağlatan bir şarkıydı bu. ama böyle ağlatmasının asıl sebebi diğer şarkılarını dinlerken de ortaya çıkan böylesi güzel şarkıların sahibinin artık olmayışının hüznünden daha çok, bu şarkının kendi kişiliğinin, içindeki duygu karmaşasının bir sonucuydu.

    evet bir kişiliği vardır şarkının, bildiğin canlı gibidir sanki. çünkü dinlerken kişinin bilincinin ne kadar açık olduğundan bağımsız olarak hayal gördürür insana, bitene kadar geçenki sürede bi bakıma soyutlar insanı dünyadan, müziğin başlamasıyla sanki hüzünlü melekler yeryüzüne inmiş, gri kelebekler havada matem tutuyorcasına uçuyormuş sanırsınız, evet siyah değil gridir bu kelebekler çünkü bu şarkının rengi gridir, puslu bir hava hakimdir ortamda ve eğer hazırlıklı değilseniz arada duyduğunuz rüzgar sesi üşütebilir sizi. algılarınızın daha açık olabildiği tek yer flüt solosunun girdiği zamanlardır ancak o zamanda o melodi kendinize gelmenize izin vermez pek. dediğim gibi şarkı bitene kadar sürer bu duygu.

    bir şarkının böyle etkiler yaratabilmesi garip gelebilir, çoğu kimse için de bir şey ifade etmeyebilir, hatta buradaki yorumları okuyana kadar bu duyguların bana özel olduğunu sanardım. öyledir de aslında, hissettirdiği duygular yakın olsa da herkes için farklıdır bu şarkının anlamı ve duygu yoğunluğu. ama bir kez onu hissetmişseniz sonra her duyduğunuzda o anı hatırlatır bu şarkı. yıllar sonra tüyleri diken diken olarak dinleyebilmenin nedeni budur…”

    Kısacası…

    Barış Abi geldi geçti bu dünyadan. Şanslı bir milletsek eğer, bu da sebeplerinden birisi… İleride her ne olursa olsun, eğer bir çocuğum olursa, onu Barış Manço şarkılarıyla büyüteceğim.

    Tevfik Uyar,
    Ağustos’10.

  • Yağmurun gelişini seyretmek

    Tarkan’ın ilk kasedi yenice çıkmıştı herhalde. Bahçevan kot pantalonlu “Çok Ararsın Beni” klibinden dişlek haliyle o “Çok! Çok!” diyerek sağa sola dönüşünden “süper star” olacağı günleri tahmin edemeyeceğini anlardınız -eğer siz de bilseydiniz-.

    Kasedin içinde bir kaç yavaş parçası vardı. Bunlardan birisi “Yine Sensiz” idi.

    Evde Tarkan kasedi olduğundan da değil. Hasbelkader bir yerde duyup beynime işlemiştim. Bir çocuğun bir paket jelibonu bitirişi gibi tükenmediği zaman daha tatlı oluyordu şarkılar. Mp3 yok, CD yok. Kredi kartı yok. Kaset lükstü. (Bilmiyorum belki de baba hiç o kadar para vermezlerdi.) Bir yerde duydunuz ve beğendiniz… Kaset almıyorsanız, ve hele ki bir çocuksanız ve kendi kasedinize sahip olmak henüz bir lüks ise, radyolarda o şarkının çıkacağı ümidiyle tüm frekansları tararsınız…

    İşte bu ulaşılmazlık ne tatlı yapar o şarkıyı. Yavaş yavaş pişen et gibi.

    Üstelik bu şarkının hem ulaşılmazlığı vardı, hem de benim için her daim bir metafor olmuş “güneşin batışını”, hatta bir de “sensiz güneşin batışını” içeriyordu ya. O sıralar yedi katlı bir apartmanın altıncı katındaki evimizin kardeşimin kabus düşüşleri annemin rüyasına girdiği için uzun parmaklıklarla çevrilmiş balkonunda, evin önündeki yolun tam batıya gitmesi talihsizliği sonucu soldan soldan alıyor olduğum batan güneş hep bu şarkıyı canlandırıyordu kafamda.

    Sanırım bana da hep Simge’yi anımsatıyordu. Simge ilkokuldaki, aynı kasetteki şarkılardan biris olan “Kış Güneşi” şarkısını birlikte tersten ezberlediğimiz, ilk istikrarlı platonik aşkım.

    “Kıtra koç çeg amralvay, Şünöd koy aralnuyo, İklib anas ub nos adev” (Vallahi de billahi de düşünmeden yazdım. Hala ezberimde çünkü.)

    Velhasıl, böyle bir akşamdı. Babamın da evde olduğu bir akşam. Uzun yol şöförüydü kendisi, evde bulmak zordu ve onun olduğu bazı anları bu yüzden bazı mutluluk anları olarak anımsıyorum. İçeride patates, biber, kabak ve patlıcan kızarıyor. Domates de kavrularak sos yapılacak. Sarımsaklı yoğurdun eşliğinde.

    Ben, çocukluğunu hızlı devirli sosyomanik geçirmiş ben! Bazen günün yarısını sokaklarda sürtüp, kalan yarısını tek başına, kendi başına oynadığı oyunlarla, düşüncelerle ve yalnızlıkla geçiren ben, saydığım bu iki devirden ikincisinde idim ve balkonda güneşin batışına mukabil “Yine Sensiz”i mırıldanıyor, kaş arası gamzesi olan Simge’yi anımsıyordum.

    Tek, küçük, bir yağmur bulutunun yoğuşacağı tuttu demek ki.

    Cadde’ nin güneş tarafından bulunduğum tarada doğru cadde ikiye bölünmüştü ve yarısına yağmur yağıyor, yarısına yağmıyordu ve yağan yarısı giderek büyüyerek bana yaklaşıyordu…

    Hakikaten de yağmur boşaltan bir bulutun üstteki seyahatinin alttaki yansımasına şahit oluyordum. İri taneli yağmur damlalarının etki alanı içine girip çıktık…

    Bu benim anımsadığım ve beni en çok etkiyelen görüntülerden biriydi.

    Ne muazzamdı ama…

    (Aynı şarkıyı Beşiktaş’ta oturup da Kadıköy’de çalıştığım zamanlar, her akşam eve dönerken güneş batıyor olduğunda, vapurda elimde cigarayla tüttürüyor olacaktım çok uzun yıllar sonra… Arkamda ne kızartma kokusu olacaktı. Ne de aklımda Simge… Sadece şarkılar kalıyor yarınlara.)

  • Çocukluğum…

    Uyumaya karar verip de uyuyamadığım çok nadirdir. Işık hızıyla uyuyup uzay zamanı rüyamda büker, bir de zamanı yavaşlatırım. Ama uyuyamadığım zaman da uyuyamam işte. Ne kadar çağırsam da uyku gelmez. Sağa ve sola dönmenin yanısıra sırtüstü ve yüzüstü denemeler de gerçekleştiririm:

    İmkansız. “Sorun şehirlerde değil ki, biz tam yalandık” adlı iğrenç parçanın anlatmak istediğini o an anlarım işte: Sorun yatakta ya da pozisyonda değil… Bildiğin yalan o yatış. O zaman iki ihtimal var. Ya kalk (Hayır! Kalkarsan bir daha yatamazsın! Dolayısıyla günün mahvolur.), ya da donarak ölen insanların mutlu tebessümüyle hayal kur: ama geleceğe yönelik değil. Geçmişe doğru… Bir seyahate çık…

    Geçmişi anımsamamda üç temel unsur var: Yemek, müzik ve “o sırada nerede oturuyordum”. Aslında bir nev-i mekân.

    Biraz daha açmak gerekirse, “o sırada ne yiyordum” sorunun bir karşılığı varsa o an ne olmuş, ne bitmiş anımsıyorum. “O sıralar popüler şarkılar neydi? Ya da ben neyi sık dinliyordum” sorusu da öyle. Diğer soruyu da üstte telafuz etmiştim zaten.

    Ve belki de bu yüzden dinlediğim şarkılar bana onları ilk dinlediğim ya da sık dinlediğim mekanları çağrıştırıyor hemen… Pek minikken de aşık olduğum her kısa bir şarkı / şarkıcı addedmiştim ve onları dinleyince hemen ilgili minik bayan gelirdi aklıma…

    Beynimin dosyalama sisteminin 3 ana parametresi olduğuna da bu yüzden inanıyorum. Biri midemi, biri ruhumu besliyor. Diğerinde ise var oluyorum. Onu üs ve merkez ediniyorum kendime.

    İşte uyuyamadığım günlerin çoğunda şarkı, mekan ve yemek eşleştirmelerini anımsamaya çalışırım kafamda. Tekrar edilen şey unutulmadığı için, tüm ayrıntılar yıllardır aklımda duruyor: Bilhassa 0 yaşımdan bugüne kadar oturduğumuz/oturduğum her evin eşya, oda yerleşimi, akşam hali, gündüz hali, apartman kapısı, balkondaki annemin görüntüsü, beni çağırdığı zamanki sesi, güneşin batışını alan odalar, doğuşunu alan odalar ve elbette bu ayrıntılara bağlı onlarca anı vb. gibi şeyleri bilinç altından üstüne sağlam bir yer vermek üzere davet ediyorum.

    Sonunda fırtına şeklinde öyle bir hüzün doğuyor ki,

    Sanki büyüdüğüme pişmanmışım gibi…

    Bazen hayatın değişim hızı beni ağlatıyor. Neden bilmiyorum. Büyüdüğümü, kaybettiklerimi ve kaybedeceklerimi, zamanın bu kadar acımasız olduğunu ve benim şu ortalama 70 yıllık hayatımın milyonlarca yıllık canlılık tarihinin, milyarlarca yıllık güneş sistemi tarihinin ve bir o kadar da evren tarihinin içinde zerrenin zerresi, bu bütün yaşadıklarımızın, anılarımızın, tarihimizin, varlığımızın da evrenin tamamının içinde zerreden bahsedemeyecek kadar ihmal etmek zorunda olduğumuz bir noktadan, -dünyadan- ibaret olduğu, karışık bir hüzünle başımı döndürüyor.

    Şimdi bu detayların, bu beyin içerisinde kimyasal olarak resmedilmiş sinapslar yerine, yazılı olarak kalması için zaman zaman çocukluğumun ruhsal portresini yazmaya karar verdim.

    İlkini ya bu yazıdan sonra yazarım, ya da bir kaç gün içinde herhalde…

    (Neden hüzün? Anlamış değilim…)