Yunanistan seyahatlerimin birinde çok ama çok güzel bir tesadüf sonucunda Nea Karvali adı verilen bir kasabada kaldım. Nea “yeni” demek. Yunanistan’daki pek çok diğer yerleşim biriminde olduğu gibi, isimde eğer Nea geçiyorsa orası Lozan mübadillerinin yerleşim yeridir ve Türkiye’den her nereden göçmüşlerse oranın ismini “yeni” olarak vermişlerdir (Nea Marmara, Nea Moudania gibi bilindik yerler olduğu gibi, Nea Karvali gibi günümüzde Türkiye sınırları içerisinde kullanılmayan isimlere sahip yerleşim birimleri de mevcut).
Nea Karvali, Aksaray sınırları içerisindeki, bugün adı Güzelyurt olan Gerveli sakinlerinin yerleşim birimi. Yaşlıları hâlâ Türkçe konuşuyorlar. Hatta ve hatta hâlâ Orta Anadolu şivesiyle konuşuyorlar (“Ekmekle ye” değil “ekmeğinen ye” diyor mesela Yaya adlı bir teyze…). Orada doğup büyüyen ikinci ve üçüncü nesilde de Türkçe’yi öğrenip konuşanlar var. Nea Karvali’de edindiğim dostlardan geçmişe dair duyduğum hikayeler o kadar güzel -ve hatta trajikomik ki- yazmakla bitmez. Zira günün birinde oraya gidip bir belgesel çekmeye ahdım var. Küçük bir kısmını aşağıda aktardığım yaşanmışlıkları bir şekilde kayda almak, yansıtmak istiyorum çünkü.
Neyse… Konumuza gelecek olursak…
Güzelyurt Anadolu’nun ortasında bir kaza… Sakinlerinin göç etmeden önce ne deniz bilmişlikleri, ne de görmüşlükleri varmış. Mübadele sonrasında yerleri, yurtları olmadıkları bir halde girmişler Yunanistan’a. Mübadeledeki dengesizlikten ötürü pek çok Yunan evsiz kalmış ve Yunanistan hükûmeti gelenlerden bazılarına anlaşmaya uygun olarak ev yerine ev parası ya da malzemesi vererek yer göstermiş. Gerveli’den gelenlere de diğer mübadillere yaptığı gibi, deniz kıyısında bir yer gösterip “buraya yerleşin” demişler (anlatırlarken “Yunanlılar bize böyle böyle demişler…” demeleri oldukça ilginçti).
Lakin Gervelilileri gösterilen yerdeki deniz epey korkutmuş. “Bu deniz denen şey kabarır da bizi yutar” diye endişe ettiklerinden iyice iç tarafa, denizden epey uzağa yerleşmişler. Birebir aktarmak gerekirse, daha sonra şunlar gelmiş başlarına:
“E yunanlılardan ses seda çıkmamış bir süre. Sonra bizimkiler demişler ki ‘biz açız’. Yunanlılar şaşırmış, ‘Ne demek açız? İşte deniz var orada?’. Bizimkiler sormuş: “Ne yapılır ki burada?”. Yunanlılar bakmış, balık tutamıyor bizimkiler, en sonunda herkese birer manda vermişler. Bizimkiler birer mandayı ne yapacaklarını bilemeyince de, ‘bazılarınızınki dişi, bazılarınızınki erkek. Biz mi diyelim artık ne yapacağınızı?’ diye kızmışlar.
Gervelililer, Kapadokya’nın fiziken kapalı, yükseltilerle çevrili coğrafyasında, çoğunlukla ticaretle ve zanaatle uğraşan, gerçekten de hayatlarında hiç deniz görmemiş bir topluluktu. Geldiklerinde bocalamaları kadar normal bir şey olmasa gerek. Ne var ki bugün Yunanistan’ın neredeyse hemen her yerinde olduğu gibi ekmeklerini denizden çıkarmayı biliyorlar.
Peki ya bizler? İki kıtayı birbirine bağlayan İstanbul sakinleri?
Rahmetli Çetin Altan 2009 yılında da NTV’de katıldığı bir programda Ruşen Çakır’a şöyle söylüyordu:
“Türkiye içinden deniz geçen Çanakkale ile iki kıtayı birleştiren tek yer öyle değil mi? Bakın bir anket yapsak, iskele sancağı bilen kaç kişi var? Kaptanların iş bölümü nasıl olur, gemi yanaşırken kalkarken süvari ne zaman çıkar?”
Gemiciliği bir yana bıraktım… İstanbul’da deniz kıyısında yaşayan nüfusumuzun ne kadarı denizi tanıyor, içinden çıkan balıkları adlarıyla, türleriyle biliyor, hayatlarında en az bir defa balık tutma deneyimi yaşıyor? (Twitter’da Ozan Barselonevi daha acısını sordu geçenlerde: İstanbul’da denize ayağını sokabileceğimiz bir yer var mı?)
Görünen o ki İstanbullu için -ve belki pek çok deniz kıyısındaki kentlimiz için- deniz dediğimiz şey manzaradan ibaret. Karşısında çay yudumlamaya ya da felekten bir gece çalmaya yarıyor. Bir de gayrimenkullerin değerini artıyor: Deniz gördüğü, denize yakın olduğu için, vapur iskelesine ya da deniz otobüsüne yürüme mesafesinde olduğu için…
Bu durumun nedenlerini anlamaya çalışırken, elbette akla ilk olarak Çetin Altan’ın işaret ettiği eksiklik geliyor: Eğitim. İlköğretimde mahallemizi, ilçemizi, şehrimizi tanımamızı sağlayacak bilgiler ya pek az veriliyor, ya da hiç verilmiyor. Ortaöğretim ve Lise’deyse böyle bir çaba zaten yok. Bizler ise hiç merak etmiyoruz zaten.
İkinci akla gelense sosyolojinin ve demografinin babası sayılabilecek İbn-i Haldun’un “coğrafya kaderdir” şeklindeki meşhur tespiti. İstanbul’da mukim olanların büyük çoğunluğu Anadolu’nun denizi olmayan memleketlerinden göç etmiş olsa gerek -ki bu gruba bir Eskişehirli olarak ben de dahilim-. Pek çok insanın denizle haşır neşirliği yok. Hiç de olmamış. Yani çoğumuz Nea Karvali’yi yeni kuran Gervelililer gibiyiz.
Gerçekten de üzerinde bir müddet düşünün: Üzerinden üç köprü geçirdiğimiz boğazın, vızır vızır vapurlar, deniz otobüslerini işlettiğimiz, şehri boydan boya yalayan şu denize ayağımızı güvenle sokamamak ne demek? Bunca kıyı şeridine rağmen kumsalları mumla aramak, bir kumsala erişmek için kilometrelerce yol gitmek ya da Ada’ya geçmek zorunda kalmak ne demek? O manzarayı hemen her gün izlerken oradan geçen bir geminin pruvasının, karinasının, üst güvertesinin neresi olduğunu olduğunu söyleyememek?
(Hemen herkes sadece kıç tarafını biliyor…)
Buradan çıkan sonuç şu: Bir kısmımız denize zaten yabancıyız. Yabancı olmayanlarımız da gittikçe yabancılaşıyor. Her nesil denizden daha da uzaklaşıyor. Ne eğitim sistemimizde, ne kültürümüzde “yakınlaşma gereksinimi” de bulunmuyor.
Son derece tuhaf bence bu.