NASIL YAZILIR? – AHKÂM-I ŞAHSİYE

23 Ekim 2014
3 min read

Edebiyat haberleri yayımlayan portallar için büyük nimetlerden birisi, “Hüdaverdi Çokşemsettin’e göre yazmanın 10 kuralı”. Ya da kimi yazarlar yazım atölyesi düzenliyorlar, kimisi ücretli, kimisi ücretsiz. Kuşkusuz birileri için faydalı oluyordur hem bu haberler, hem de bu tarz atölyeler.

Ne bu haberlere, ne de atölyelere karşıyım ancak içeriğine göre değişiyor bu tavrım. Zira yazardan yazara değişiyor bu içerik. Kimisi -bilhassa da merak edenleri için- yazarın dünyasını anlatıyor. Nasıl yazdığını, eserlerine nasıl yaklaştığını, yazma işini nasıl tanımladığını. Fakat bir kısmı ahkâm-ı şahsiyeden başka bir şey değil: Yani ancak yazarın kendisini ilgilendiren kurallar ve çalışma biçimleri oluyor bunlar.

Bu nedenle ben de merak ederim: Leguin bir öyküyü nasıl tanımlamış? Peyami Safa günün hangi saatleri yazardı? Asimov daktilo mu kullanırdı, elle mi kaleme alırdı? Trevenian önce karakterleri mi yaratırdı, yoksa olay örgüsünü mü? Bir oturmada rastgele yazılır mı? Yoksa öncesinde saatlerce düşünülür mü? Bir yazarın yaratma sürecini anlatması bu gibi soruların yanıtlarını merak eden okurlarının merakını doyurmak, varsa başka yazarlar / yazar adayları onlara ilham veya yöntem vermek açısından oldukça faydalı, ama şu “yazı illa ki şöyle yazılır!” diyenler yok mu?

Sevgili insanlık… Bu dünyadan nice yazarlar geçti. Hepsi yoğurdu farklı farklı yiyen yiğitlerdi muhtemelen. “Kendinize yazı odası hazırlayın”, “Önce karakterlerinizi tek tek tanımlayın”, “Romanın sonuna doğru giden yolu çizin”, “Yemek yemeden başlayın” vs. hepsi fasa fiso. İlham perisine yol buyurulmaz, yaratıcılığa şerit çizilmez. Sabah kalkıp yürüyüş yapıp yazan da yazar, geceleyin kafası güzelken oturup yazan da. Kimisi küçücük bir köşe yapar yazar evinde, kimisi illa ki kalabalık yerleri tercih eder. Kimisi daha yazarken kendi yazacaklarının nere varacağını, öyküsü / romanı nasıl bitecek bilmez, ki böylece heyeacanla ve merakla yazar…

Bir de şu “yazmak için illa ki çok okumak gerek” diyenler yok mu? “Okutmak” gerek dese anlayacağım, zira okutacaksın, geri bildirim alacaksın, eksik yönünü göreceksin, ama illa ki çok okumak gerek niye olsun? Aşık Veysel çok mu müzik dinledi çalmadan evvel? Dostoyevski çok mu okudu acaba? Leonardo Da Vinci çok mu resim gördü ve sergi gezdi? Okumak insana elbette fayda sağlar, bir defa dili iyi öğretir, ama yazmanın şartı bu mudur şimdi?

Özetle, ayar oluyorum yazacak kişinin olayı nasıl kuracağından, yazıyı hangi saatler yazacağına, yemeği önce mi sonra mı yiyeceğine kadar söyleyip, bunları yazmanın kuralı olarak sunanlara. “Bana ilham böyle geliyor” deyip anlatsa bir şey demeyecek, bir başkasının yoğurt yiyişini de öğrenebiliyoruz diye mutlu olacağım. Ki kesinlikle çok da faydalı olacaktır bu gibi içerikler. Fakat bunları yazmanın gerek ve şart kuralları, iyi yazmanın yegâne tekniği olarak sunanlarahkâm-ı şahsiyelerini genelleştiriyorlar kanımca.

O yüzden yazmak isteyenlere tavsiyem: Bu fikirleri okuyun, ama yazmanın gerek-şart koşulları olarak görmeyin. Herkes yoğurdu en iyi nasıl yiyeceğini önünde sonunda bulacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir