İnceleme: War of the Worlds (Dünyalar Savaşı) – 2005

İnceleme: War of the Worlds (Dünyalar Savaşı) – 2005

Hiç bazı filmlerin kabuslarınıza benzemesi dolayısıyla sizi etkilediği olmuş mudur? Kabuslarınıza benzemese bile bu film kabus olmaya aday…

19. yüzyılın sonunda H.G.Wells tarafından aynı isimde yazılmış bir kitap olan “Dünyalar Savaşı”, ilk olarak 1938’de Orson Welles tarafından radyda canlandırılmış ve ABD’de büyük paniğe sebep olmuş. 1953 yılında ilk filmi yapılan kitap, 2005 yılında Steven Spielberg tarafından yeniden çekilmiş.

Gerçek anlamda bir film incelemesi yapmak istemiyorum ama bu filmin ciddi derecede fanatiği olduğumu, bu yüzden bu yazıda filmi övüp, filme yöneltilen bazı eleştirileri yanıtlamak istediğimi peşinen söyleyeyim. Bu yüzden bu yazı boyunca yazdıklarım filmi izlememiş olanları üzebilir. İzlemeyi planlayanlar bu satırdan sonrasını okumasınlar.

Aksiyon!

Film, insanlığın dünya dışı istilacılara karşı çaresiz kaldığı, organize bir tepki üretemediği ve filmdeki tabiriyle uzaylıların “bizim kurtçuklarla oynadığımız gibi”, kitaptaki tabiriyle “bizim karıncalarla oynadığımız gibi” bizlerle oynadığı bir durumu bence çok başarılı görüntü ve ses efektleriyle aktarmaya çalışıyor.

Sorumsuz bir baba rolünü oynayan Tom Cruise’ün (Ray) o hafta ayrılmış olduğu eşi ve onun yeni eşinin aile gezisi nedeniyle kendinden olan çocuklarını teslim almasıyla başlayan film, çok kısa bir süre sonra aksiyonun fitilini ateşliyor. Ukrayna’da başlayan garip olaylar, kısa sürede o an hayatı gösterilen ailenin kasabasında da cereyan etmeye başlıyor.

Anlaşıldığı üzere on binlerce / milyonlarca (?) yıl önce uzaylıların zaten dünyaya gömmüş olduğu makinalar, fırtına gibi görünen garip bir hava hareketi ile pilotlarına kavuşuyorlar ve yer altından çıkıyorlar.

Tripodlar insan sürülerini “güdüyor”lar.

Bu ilk aksiyon sahnesi çok etkileyiciydi. “Tripod” olarak adlandırılan üç ayaklı, üzerlerinde türbinli bir jet motoru taşıdığı görülen mekanik devlerden birisi yerden bitiyor. İnsanlar ne olduğunu anlayamadıkları için önce kaçmayı akıl edemiyorlar ve meraklarına yenik düşerek olayı seyrediyorlar. Tripod silahlarını sürüp, savaş çağrısı/mesai düdüğünü çaldığında dehşet verici sahneler başlıyor: İnsanlar keklik gibi avlanıyor. Yoğunlaştırılmış enerji silahına benzeyen silahın ışını değdiği canlı bünyeyi tamamen küle çeviriyor ve kıyafetler aynı hızda uçuşa devam edip yere düşüyorlar.

 

Böylece ailenin kaçış öyküsü de başlıyor.

Dakota Fanning’in oyunculuğu

Tom Cruise’ın klostrofobik kızı rolündeki Dakota Fanning’in (Rachel) oyunculuğu film boyunca hayranlık uyandırıyor. Hatta onun rol kabiliyeti olmasa tüm bu olaylar cereyan ederken “şoka girdiği için artık sükunetten başka şansı kalmayan” kızı oynayamayacak ve filmde eleştirilen bir mantıksızlık ortaya çıkacaktı.

Zira ilk başlarda sakinliğini koruyamayan kızın onca ölüm, yıkım ve travma sonrasında artık sadece olayları izleyerek hayatta kalmaya çalışması ve belki de bu yolla “savaşan insan” doğasına dönmesi de gayet oturmuş bir durum olmuş.

Gerilim ve Teknolojik Evrim

Bence gerilimin zirve yaptığı sahne, Ray, Rachel ve bodrumuna sığındıkları Ogilvy’nin bodruma inen “göz”den saklanmaya çalıştıkları sahne idi. Bodrumda geçen olaylar Ray’in “sorumlu baba” dönüşümünü sergilemesi, kendisi ama daha önce kızını korumak için katil olabilmesi gibi anahtar bazı dramatik olayların büyük çoğunluğunu içerdiğinden önemli.

Üstelik bir de bisiklet sahnesi var ki, daha sonra okuduklarımla benim aklımda önemli bir yer etti: Yaratıklar duvarda asılı bir bisikletin tekeri ile uğraşıyorlar. Okuduğuma göre kitapta bu sahne “yaratıkların tekerle çok şaşırarak oynaması ve bunun üzerine Ray’in yaratıkların belki de tekeri hiç keşfetmediklerini düşünmesi, yaratıkların kullandığı makinalarda hiç teker olmamasını hatırlaması” olarak aktarılmış, ki teknolojik evrimle ilgili çok ciddi bir sorgulama ve düşünüşü de beraberinde getiriyor.

Ben de o sahneleri ikinci kez izlerken yaratıkların da üç ayaklı varlıklar olduğunu, dolayısıyla yapmış oldukları makinaların da üç ayaklı olmasının kendi yansımaları olduğunu farketmiştim. (Ki makinaların biyomekanik olma durumu da var. Az sonra o konuya da değineceğim.)

Belki de yaratıklar tekeri hiç keşfetmedikleri için teknolojik evrimleri çok farklı bir yönde ilerledi, ki onlara göre en iyi ve en verimli yol “üç ayaklı” olmak idi (Yaratıkların parmakları da üçer tane).

Dağ hücumu

Herkesin Hudson limanına yol almaya ve gemiye binmeye çalıştığı yerde yaratığın dağda belirdiği bir sahne ve bu sahnenin yarattığı korku, aslında klasik savaş filmlerindeki bir sahnenin bu kez uzaylı güçler üzerine uygulanması gibi geldi.

Bana göre filmin en dehşetli sahnesi.

Bilirsiniz: Dağda süvariler/tanklar/kızılderililer/x’ler, y’ler belirir ve bunlar saldırıya geçtikleri zaman aşağıda silahsız ve savunmasız olanlar büyük bir panik içinde kaçmaya ve tek tek avlanmaya başlarlar.

Rachel’in görüp, babasının parmağını tutmak suretiyle onu uyarıp gösterdiği bu sahne tüyleri diken diken edecek cinsten. Bana göre filmin en dehşetli sahnesiydi.

Gemiye biniş, izdiham, bencillik, insanın en doğal vahşiliğinin ortaya çıkmasının yanısıra, Ray’in oğlu Robbie’nin gemiye asılı kalanları kurtarma çabası, kısacası gerçek bir mücadele ve muhakemenin hem soyut, hem de somut olarak ortaya konduğu sahneler bütünü idi. Gemiye yaklaşılırken, çalışan tek arabaya sahip olan başroldaki ailemizin onu kaybediş öyküsü da zaten ayrıca dikkate değerdi.

Kurguya dair eleştiriler

Film en nihayetinde dünyada var olan ancak bizim yüzyıllar, binyıllar önce bağışıklık kazandığımız bazı mikroorganizmaların yaratıkları enfekte etmesi ve böylece onların savaşı kaybetmesi ile bitti.

Bu durum bazı izleyencelerce eleştirilip saçma bulunmuş.

Bitişte konuşan Morgan Freeman (dış ses), bugüne dek bir milyar insanın ölümüyle ödediğimiz bir bedelden bahsediyor.

Kurgunun bu kısmını mantıklı bulmak için öncelike gerçekten “insan tarihi”ne dönüp bakmak gerek. İnsanlar çok zaman nüfusunun %95’lerine varan oranlarda bir kısmını hastalıklar yüzünden kaybetmiş ve bu hastalığa genetik özellikleriyle tesadüfen karşı koyabilmiş ve ölmemiş insanlar hayatta kalmıştır. Bizler de bunların çocuklarıyız. Bugün bağışıklık sağlamış olduğumuz hastalıkları ancak böyle yendik. Hatta bilirsiniz: Avrupalılar ABD’yi keşfettiğinde Amerika kıtasındaki yerliler henüz tifo ve çiçekle hiç karşılaşmadıkları için 2 ayda kırıldılar ve fetihler de böylelikle kolaylaştı. Hatta İspanyol’lar 80 askerle 1 buçuk milyonluk Maya’ları böyle yendiler.

İşleri güçleri diğer gezegenleri işgal etmek olan makinaların insanları zaman zaman kaçırıp buna yönelik önlem aldıkları beklenmeli. Bu eleştiriye katılırım ancak bence başka bir boyut var: Hayvanlar. Bilindiği üzere yeni hastalıklar insanlara daima hayvanlardan bulaşırlar. Bizleri hasta etmeyen bir virüs bir hayvanın kökünü kurutabilir. Filmde zaman zaman kuşların yaratıkların ortalığa saldığı kan örgülerini dişlediği görülüyor, ki uzaylılar da bir tür “kuş gribi”ne yenilmiş olabilirler.

Öte yandan Ray’in el bombası ile bir makinayı devirdiği sahnede makinanın vakumu oldukça organik görünüyordu ki bu yaratıkların kullandığı dev tripodların biyomekanik olduğunu da inceden göstermektedir. Bu durumda makinaların da enfekte olması gayet mümkün. Belki uzaylılar enfekte olmamıştır ancak makinalar bu virüsler sebebiyle işlemez hale gelmiştir.

Bu yüzden “sonunu bağlayamamışlar ” eleştirilerine katılmıyorum.

Bir iki hata…

Dört motorlu bir uçağın düştüğünde yarattığı tahribat bu kadar mıdır?

Dört motorlu bir uçağın düştüğü bir alanda çıkabilecek yangının boyutları hayal bile edilemeyecek düzeydeyken, sığındıkları ilk evden çıktıklarında tamamı kül olmamış ev kalıntıları bir hataydı. Orada bulunan otomobillerine binip yollarına devam etmeleri daha büyük bir hataydı. O otomobilin kül olmasa bile oluşan basınçla metrelerce öteye sürüklenmesi, en azından devrilmesi gerekirdi.

Bir de insanların bulunduğu kafes, Ray’in makinayı patlatmasından sonra ağacın üstüne düştüğünde dalların kafeste bulunanların yarısını deşmesi gerektiğini düşünüyorum. Deşmese bile hiç kırıksız yola devam etmeleri biraz düşündürücü.

Bir de… Son sahnede Boston’da camların bile kırılmamış olması, “Spielberg Boston’a kıyak mı geçti?” sorusunu sordurmuyor değil.

Benden bu kadar. Bu film izlenir, arşivde tutulur, defalarca izlenir, rüyalara bile girer.

 

 

Tevfik Uyar

Bilim(+kurgu) Yazarı & Bilimsel Şüpheci, PhD. & Uçak Müh. Açık Bilim'in kurucularından, Yalansavar editörlerinden ve HBT yayın kurulu üyelerindendir. "Safsatalar" ve "Astrolojinin Bilimle İmtihanı" kitaplarının yazarıdır. Ödüllü bilimkurgu öyküleri, bilimkurgu romanları ve çeşitli alanlarda çevirileri bulunur.

Bir Cevap Yazın