İnceleme: Metropolis (1927)

03 Mart 2011
11 min read

Geçtiğimiz günlerde siberpunk filmlerle ilgili bir bloğu gezerken bir film hakkında “Siberpunk 1960’larda ABD’de değil, 1920’lerde Almanya’da başlamış olabilir” gibi bir ifadeye rastladım. Bahsi geçen film Metropolis’ti. İfade tabi ki bir eğretileme… Ama böyle bir bilimkurgu kültünü izlememiş olmamı yüzüme vurduğu için gayet faydalı oldu.

Metropolis Almanya’nın Weimar dönemi’nde yapılan ve tabir-i caizse bugünün parasıyla 200 milyon dolara (Kaynak: Vikipedi) mâl olan bir film. Zamanın büyük bütçeli filmlerinden olduğunu filmi izlerken tahmin edebiliyorsunuz. Bir defa o kadar fazla figüran kullanılmış ki, bu konuda ciddi anlamda insan kaynağı kullanıldığı, dolayısıyla zaman ve para harcandığı belli oluyor.

Filmi izlemeyenleri üzecek içeriğe geçmeden önce biraz genel görüşlerden bahsedelim:

Metropolis bir sessiz film. Bu filmi izlerken daha önce hiç sessiz film izlemediğimi fark ettim. Öyle ya, ben zaten sinema konusunda kendimi pek bilgili hissetmem; çünkü gerçekten az sinema filmi izlemişimdir. Bu konuyu kaleme almamın sebebi ise bilim kurgunun siberpunk öğeler içeren bu ilk örneklerinden birini ancak izlemiş olmam ve bu fütüristik şehir distopyasını biraz olsun irdeleyebilmek istemek… Ama ilk kez sessiz sinema izliyor olmanın –açıkçası biraz sıkıcı ve- garip bir duygu olduğunu itiraf etmem gerek.

Bu film parçaları kaybolmuş bir film. Benim izlediğim sürümü 118 dakika idi. Orjinali ise 153 dakika. İzlediğim sürümde kaybolan parçaların yerine özet yazılar konmuştu. Bu özet yazıları oluşturanın kaynağın aslına sadık kaldığından emin olunabilir, zira Fritz Lang tarafından yönetilen film senaryosunu da birlikte yazdığı, eşi Thea von Harbou tarafından romanlaştırılmış ve eserin orijinali de bu sayede korunabilmiş.

Metropolis Weimar döneminde Almanya’ya sıçrayan bilim kurgu akımının ürünlerinden ve bu tarz bir plütokrat fütüristik distopyanın ilk örneği sayılabilir. Filmde dönemin Almanya’sının kapitalist, korporatist karakteri hissediliyor. Naziler de filmi beğenerek kendi propogandalarında fikir kaynağı olarak kullanmışlar, ancak ilk gösterimi 10 Ocak 1927’de Almanya’da yapılan film, 1927’nin Ekim ayında tam İstanbul’da gösterime girmek üzereyken dönemin hükûmeti tarafından ateizm propagandası yaptığı ve komünizmi övdüğü gerekçeleriyle yasaklanmış (Kaynak: Vikipedi -> Atlas Tarih dergisi).

DİKKAT: BU SATIRDAN SONRAKİ PARAGRAFLARIN FİLMİ İZLEMEYEN AMA İZLEMEK İSTEYENLERCE OKUNMASI TAVSİYE EDİLMEZ.

Film türünün belirlenmesi üzerine notlar

Filmde görüldüğü kadarıyla Lang’ın “Metropolis” adındaki şehrinde iki sınıf var: Şehirliler ve işçiler. Filmin başında belirtilen bilgilere göre “makina-insan”dan nemalanan sınıflar kendilerine yukarıda harika ve lüks bir dünya yaratmışlar. Bu dünyanın ihtiyaçları ise devasa makinalardan karşılanıyor. Bu makinalar işçiler tarafından çalıştırılıyor.

Filmin başında “Makina-İnsan” kelimesi telaffuz edilince –ki bu sırada gösterilen işçiler uygun adım ile mekanik bir şekilde yürüyorlar- işçilerin android olduğunu düşünebilirsiniz; ancak öyle değil.

Burada makina insan vurgusunun, Karl Marx’ın uzmanlaşma adı altında eleştirdiği, Fordizm’in ağır bir betimlemesi ve Taylor’un bilimsel yönetimi ile birlikte ortaya çıkan standartlaştırılmış, ve bu uzmanlaşmanın getirisiyle birlikte bir makine parçasında dönüşmüş olan insanı

Makinadaki kolların bir işçi tarafından yanan ampüllere denk getirilmesi gerekmektedir. Hangi ampüllerin yanacağı her saniye rastgele değişmektedir. Bu dekoru Queen grubu da Radio Gaga şarkısının klibinde kullanmıştır.

başka bir deyişle işçinin makinayı değil, makinanın işçiyi kullandığı duruma atıfta bulunmaktadır. Marx’a göre küçük parçalara ayrılmış bir işe tahsis edilmiş işçinin bir makina parçasından farkı yoktur. Zira filmdeki sahneler de bu iddiaya uygun görüntüler çizmektedir –ve hatta güçten düşen işçiler, -filmin ana karakteri Freder’in tahayyülünde de olduğu gibi- bozulan makina parçası gibi çöpe atılıyor halde betimlenmiştir (Moloch!!!)-. Zira filmin sonunda mucit Rotwag, bir hümanoid (insan-robot) geliştirmekte ve hatta bunu hem fiilen hem de amaçsal olarak başarıya ulaştırmaktadır.

İnternette biraz gezindiğimde bu bağlantı sebebiyle bazı blog yazarlarının bu filmin bir miktar siberpunk kategorisine girebileceğine değindiğine rastladım, ancak ben bu fikre katılmıyorum. Bu biraz retrospektif bir yaklaşım olabilir. Zira siberpunk’ın vurgusu sadece androidlerin varlığına değil sibernetiğin insan yaşamını kalitesiz kılmasınadır. Bilgisayarın henüz icat olmadığı bir tarihte “sibernetik”, dolayısıyla “siber” kavramından bahsetmek mümkün değil. Filmin girişinde vurgulanan piston, kasnak ve makinalar, film boyunca ve sonunda sürekli olarak vurgulanan buhar ve su imgeleri filmi ancak biraz steampunk alt kategorisine sokabilirdi, fakat bu da anakronik bir yaklaşım olur: Zira steampunk, günümüz teknolojik öğelerinin makina çağındaki şekilleriyle resmedilmesidir. Film 1930’lardan önceki bağlamında gelecekteki teknolojiyi kendi gününün öğeleriyle resmetmiştir.

Filmin öncülük etmiş olabileceği siberpunk öğeleri

Josaphat’ın takip ettiği makinede veriler akmaktadır. Matrix’teki veri ekranlarının öncüsüymüş gibi görünüyor.

Matrix ve akan veriler: Filmi izlerken gözüme çarpan bir kaç nokta oldu. Bunlardan birincisi, Metropolis’in yönetim koltuğunda oturan Fredersen’in (Freder’in babası) odasındaki veri ekranıydı. Film aralarında gösterilen metinlerden Fredersen’in sağkolu Josaphat’ın şehirdeki aktiviteleri takip edip Fredersen’e bildiren, gerektiğinde aksiyon alan bir görev tanımı olduğu anlaşılıyordu ve Josaphat ilk göründüğünde akıyor olan bir veri bandını izlereyek oradan notlar aldığı görülüyordu. Hem verilerin akış şekli, hem de kullanılan karakterler bana Metropolis’in Matrix’teki veri izleme fikrinin atası olabileceğini düşündürttü. Resimde gördüğünüz o verilerin aşağıya akan bir bant üzerinde yer aldığı düşünün: Matrix’i anımsatıyor değil mi?

Dikey gettolar: Yukarıda da bahsettiğim üzere, filmdeki iki sınıftan birisi işçi sınıfı ve bu işçiler yer altında yaşıyorlar. Bir çok sosyal distopyada getto vardır; burada bir yenilik yok ama gettolaşma, yani yaşam alanlarında sınıfa bağlı izolasyonu genelde günümüzün de gerçeğine uygun olarak yatayda gerçekleşir. Yani şehrin belli mahalleleri gettodur ve bazı sınıflar burada yaşarlar. Ancak Metropolis’te hakim sınıf yerin üstünde, hükmedilen sınıf ise yerin altında yaşamaktadır. Bunun bir benzerine Battle Angel Alita’da rastlıyoruz, ancak biraz yukarıya ötelenmiş halde: Battle Angel Alita’da seçkinler havada asılı olarak duran şehirde yaşarken, getto yüzeydedir. Siberpunk olmayan ancak bir çok sosyal ya da fütüristik distopyada zaten benzerlerine rastlanan bu durum (Örnek: Cezalandırıcı’da (Demolition Man) vardı. Orada da yoksul sınıf kanalizasyonlarda yaşamakta idi), Metropolis ile birlikte ortaya çıkmış görünüyor. (Bilmediğim örnekleri varsa affedin… Rus yönetmen Yakov Protazanov’un filmlerini henüz izlemedim. Biliyorsanız yorum kısmına yazarsanız sevinirim.)

Siyasi mesaj

İlginçtir, Metroplis komünizm ve ateizmi teşvik ettiği gerekçesiyle ülkemizde de yasaklanmış. Aslında durum tam tersi. Bolşevikliğin Rusya’da galip geldiği bir devirde çekilen film Weimar Almanya’sının rahatlığında ortaya çıkabilmiştir. Bu ayrı bir konu, ancak filme genel olarak bakıldığında zaten kapitalist ülkeleri rahatsız edebilecek bir durum yok gibi görünüyor.

Film ilk etapta kapitalizm eleştirisi gibi gelebilir, zira sınıflaşma, fordizm, gettolaşma öğeleri dışavurumcu bir şekilde

“Beyin ve eller ancak aradaki bir kalp ile bağlanabilir”

sergileniyor. Daha filmin giriş kısmında şehirden bahsederken “kurucuların kendi çocukları rahat yaşasın diye kurdukları “eşsiz bahçe” nitelemesi ile anti-kapitalist imaj ve eleştiri güçlendiriliyor gibi görünebilir. Şehrin/şirketin yönetildiği binaya “yeni babil kulesi” denmesinin de (dini kaynaklarda tanrıya ulaşmak amacıyla inşa edilen kule) aynı imajı güçlendirdiği söylenebilir. Ancak olayların cereyan edişi de tam olarak bu yönde ilerlerken kurgu filmin kadın başrolünde yer alan Maria karakterinin “beyin ve eller arasındaki boşluğun ancak bir arabulucu kalp ile gerçekleşebileceği” söylemi ile korporatist yapı kurulmaya başlıyor.

(Bilindiği üzere korporatizm faşist İtalya ve Almanya’da ortaya çıkan, hem işçi sınıfını hem de işveren sınıfını ulusal hedefler doğrultusunda seferber eden, totatiteryen rejimlerin bir özelliğidir. Korporatizmde devlet, işçi, işveren birlikte aynı hedef için çalışırlar.)

İşçilerin mucit Rotwag tarafından icat edilen ve Maria’ya benzetilen insan-robotunun Maria yerine geçip işçileri provoke etmesiyle isyan başlıyor. İşçiler makinaları parçalamaya başlıyorlar ancak “hırslarından”, makinaları parçaladıkları zaman kendi şehirlerinin de yıkılacağını ve çocuklarının da şehirde olduğunu unutuyorlar. Daha sonra çocuklarının öldüğünü hatırlayan işçiler bu defa “cadı avına” çıkıyor ve Maria’yı aramaya başlıyorlar. Bu sırada Maria, Freder (Patron Fredersen’in oğlu) ve Josaphat (Patronun eski sağ kolu) çocukları kurtarmakla meşguller ve hepsini de kurtarıyorlar. İşçiler Maria yerine onun insan-robot kopyasını yakalıyor ve onu yakıyorlar, ve onun aslında bir robot olduğu gerçeğiyle yüzleşip afalladıkları bir zamanda da çocuklarının hayatta olduğunu öğrenerek sakinleşiyorlar. Daha sonra olayların içyüzü açığa çıkıyor ve nihayet Maria’nın sözüne gelip beyin (işverenler) ve işçiler (eller), Freder’in (devlet) arabuluculuğunda (kalp) birleşiyorlar.

Bana göre verilmek istenen mesaj şu:

– Ne kadar ağır çalışsanız da şirket sizin de yaşam kaynağınız. Ona saldırmayın.
– İsyan, grev vb. gibi eylemler size zarar verecektir. Hırs gözünüzü kör edebilir. Çocuklarınızı ve onların geleceğini düşünün.
– Patron beyindir. O düşünür. Siz ise elsiniz. Emek sarfedersiniz. Gördüğünüz gibi bu adil bir paylaşım. Arada bir kalp olur da sizi uzlaştırırsa rahat rahat yaşarsınız. Siz çocuklarınızı unutursunuz ama biz unutmayız.

Bunlar hesaba katıldığında hiç de “komünizm” propogandası sezinlenmiyor. Hatta Marx’ın işaret ettiği çelişki bertaraf ediliyor. Zira Nazi’ler, devletin halkın farkı tabakaları arasında “kalp” rolünü üstlendiği yolundaki korporatist propogandalarında Metropolis’teki fikirlerden de yararlanmışlar…

Beğendiğim replikler/sahneler

“Geleceğin makina-inanını yaratmak için bir el feda etmeye değmez mi?”

Rutwag HEL’i kurtarmak uğruna (Freder’in annesi ve Fredersen’in eşi) bir elini yitirmiştir. Onu bir büst haline getirip evinde konumlandıracak kadar da onu sevmektedir. Takma elli mucit, yapmış olduğu robotu Fredersen’e ilk lanse ettiğinde robot Fredersen’le tokalaşmak için elini uzatmıştır. Fredersen korkmuş ve elini uzatmamıştır. İşte tam bu sırada Rutwag’in söylediği cümle akıllıca idi: “Ne dersin Joh, Geleceğin makina-insanını yaratmak için bir el harcamaya değmez mi?” (Bu arada “geleceğin makine-insanı” nitelendirmesi mevcut işçi sınıfını o makina ile eşdeğer gördüklerinin bir ispatı olarak düşünülebilir.)

Makinanın tenekeden Maria’ya dönüşmesi sırasındaki görüntüleri görür görmez: “Aha! Bu Queen’in Show Must Go On klibinde gördüğüm sahne” dedim hemen… Show Must Go On’un klibi Queen’in eski kliplerinden derleme olduğundan filmi izledikten sonra Queen’in aslında hangi klibinin görüntülerinin Metropolis’ten sahneler içerebileceğini araştırdım. Kısa bir sorguyla hemen buldum: Radio Ga Ga. İlk olarak Greatest Hits II albümünde dinlediğim bu şarkının klibi Metropolis sahneleri içeriyor ve bazı kısımlarında da Queen üyeleri de bu sahnelerden yola çıkılarak oluşturulmuş makinaları kullanıyorlar. Yazının sonuna klibi koyuyorum.

Sevgiler ve selamlar.

Fotogaleri:

Comments

Gülname Gümüş

Sn.Tevfik Uyar, adınızı kullanarak bir radyo programında yayımlayabilir miyim? Selamlar… Gülname Gümüş

Tevfik Uyar

Merhaba Gülname; Çok derin bir değerlendirme sayılmaz. Yine de beğendiyseniz sakıncası yok. Teşekkürler.

HİCRAN (@hicrankaratay)

Filmde yer alan “arabulucu” kavramı özeti oluşturuyor. Beyinle diğer işlevsel organlar arasındaki duygusal bag arabulucu olan kalp le saglanmali… Film için yapılan komünizm vurgusu şaşırtıcı. Tam aksine … işçi ve işveren arasındaki derin uçurum eleştirilse de bu düzeni değiştirmeye yönelik bir fikir yok. Her şeyin ötesinde film 1927 yılı için çok fazla. Yazık ki hala gölgede kalmaya devam ediyor. Film hakkında yeterince inceleme yapılmadığı ortada. Severek izledim. Fordizmi her dönem eleştirmeli ve her donem arabulucu ları çoğaltmalıyız. Hoş bir film.

Ali Barış Bilen

Çok güzel bir inceleme. Teşekkürler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir