Johnny Mnemonic

Sonunda William Gibson serimi tamamladım… Siberpunk’un babası Gibson’un insanlığa kattığı bir eser daha. William Gibson’u bilmeyenler, onun yarattığı siberpunk dünyasında hiç yaşamayanlar başarısız bulacaktır. Zira öyledir de… Ancak öykünün detaylarına inildiğinde bu filmi izleyenlerin aldığı tat çok farklı.

Johnny Mnemonic, William Gibson’un mevcut uyarlamalarından en başarısızı değil. The New Rose Hotel başarısızlık konusunda kuşkusuz başı çekiyor. Gerçi bunda kafa avcılığı hariç Gibson icadı siberpunk öğelerinin yokluğunun büyük etkisi var. En başarılısının ise Ralph Fiennes’ın oyunculuğu ve içerdiği “anılar” ile Gibsonvari en sağlam öğeleri içeren, ayrıca hem oyunculuk hem de genel olarak yapım kalitesi açısından en tepede duran “Strange Days” olduğunu söylemek de yanlış olmaz. (Neuromancer’ı merakla bekliyoruz efem.)

Johnny Mnemonic ise işte tam karşınızda, ortada duruyor.

Keanu Reeves’in Matrix’ten çok önce bir Siberpunk oyuncusu olduğunu bilmiyordum. Açıkçası bu filmi bu zamana kadar nasıl kaçırmışım? O konuda da çok şaşkınım.

Bu film, Neuromancer’da karşılaştığım siberuzay’ı düşündüğümden çok da farksız olarak gözümde canlandırmasıyla yer etti kafamda. Ben nedense daha beyaz hayal ediyordum her şeyi. Oysa hiçlik beyaz olmamalı elbet. Renk verilmeyen her şey #00000000’dır bilgisayarda ve siyah olması da gayet normal.

Johnny Mnemonic’te Gibson’un yaratıcılığının yanısıra filme yedirilen sosyopolitik dönüşümü de gayet iyi görüyoruz. Mnemonic’teki Gibson evreninde olaylar Sprawl üçlemesinden çok farklı değil, zira Gibson evreninin tüm öğeleri ile karşı karşıyasınız. Teknolojik merkez Japonya ve yer altı işleri de Çin’de dönüyor. Şirketler hükümetler kadar güçlü ve kendilerini Yakuza orduları ile muhafaza ediyorlar. En güvenli veri taşıma yolu iyi eğitilmiş bir insanın beyni ve bu yüzden kuryeler kullanılıyor. Johnny, yani sevgili Keanu Reeves de bir kurye. Ancak yükleme sırasında bir baskın gerçekleşiyor ve tekrar indirmek için gerekli kod hedefe ulaşmıyor. Hikaye de böylelikle başlıyor.

Jane rolündeki Dina Meyer, yani “bodyguard”, bana Molly’i hatırlattı. Tüm Gibsonseverleri tek aşkı: Efsane sokak samurayı, jilet kız Molly… Molly’i gözümde canlandırmama sebep olan kitap kapağıyla Jane’in örtüşmezliklerine rağmen Jane’e neden bu kadar sahip olmak istediğimi çözemiyorum. Film boyunca çok istedim Johnny’i öpmesini. Elin şeyiyle gerdeğe girmek misali… Strange Days de yine bir çeşit Bodyguard olan Mace de Molly havası almıyor insan. Ama Jane! Tam bir Razorgirl! Canımsın!

Gibson’un dünyası bu filmde adamı esir ediyor işte böyle…

Nihayet seriyi tamamladığım için bazı ortak özelliklerden de bahsedebiliyorum artık:

Gibson’un dünyasında zencilerin hep anarşist, anti-emperyalist, kurumlaşma karşıtı yapılarda görüyoruz ve genelde bu hareketleri örgütleyen insanlar oluyorlar. Strange Days’te Jeriko One ve bu filmde J-Bone…

Yine Gibson’un dünyasında -ki böyle bir doktora tezi bulup okumuştum- erkeksi kadınlar başrolda oluyor. Neuromancer’da (Kitapta tabi ki… Film 2011’de inşallah. Bekliyoruz.) Molly aseksüel bir moddaydı; ancak doktora tezinin de iddia ettiği üzere maskülin bir yapıdaydı. Strange Days’te Mace’e yüklenen şefkat rolleri sayılmazsa şöförlük sırasında giydiği takımla birlikte bir crossdresser havası yarattığı bile söylenebilir. Kendisi yine maskülindir. Film boyunca ikili mücadeleye girdiği Philo’nun koruması da aynı şekilde. Dina Meyer’in seksiliğinin gizlenmediği bu filmde etkin olarak gördüğümüz diğer kadınlar, yani Ralfi’nin korumalarından birisi crossdresser, öteki ise transeksüel olarak karşımıza çıkıyor. Yani Gibson, kendi evreninde, kadına hayatta kalabilmesi için tek şans tanıyor: Erkekleşebilmek. Ancak kendisinin çizdiği Siberpunk evreninde güç geçerli bir para birimi olduğundan beklenen bir sonuç zaten. Kimsenin buna itiraz edebileceğini sanmıyorum.

Kısacası:

Eline sağlık Gibson. Hakikaten hayranım sana…

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir